Anlamın Anlamsızlığı! 

0
Latest posts by İbrahim Yersiz (see all)

‘Yaşamın anlamı nedir?’

İnsanlara hiç bu soruyu sordunuz mu? 

Eminim sormuşsunuz, ama en çok da kendinize. 

Bende sorarım bazen ve aldığım cevaplar doğrusunu isterseniz beni hiçbir zaman tatmin etmedi. 

Bu soruya cevap verirken bazı insanlar “Başkalarına muhtaç olmamak için” der. 

Bu, kişinin farkında olmadan başkalarına göre yaşadığının kabulüdür. 

Bu biraz Türkiye’ye özgü olsa gerek ki; bazıları da “Vatan, millet, bayrak…” der. 

Bu da farkında olmadan kendisinde aidiyet inşa etmiş bazı kurum ve sembollere göre yaşadığının itirafıdır.  

Bazıları herhangi bir dava ve bazıları da aşktan ve sevgiden dem vurur. 

Kuşkusuz bunların insan üzerindeki etkisi göz ardı edilebilir değildir; çünkü hayatın bu türden yüceltmelerle, daha doğrusu bu türden yüceltmelerin hayatın anlamını tamamladığını biliyoruz. 

Ama hayatın gerçek anlamı bu mudur? 

Bilmiyoruz, çünkü bu sorunun cevabı yok bizde. 

Dinlerin tüm argümanları üç aşağı beş yukarı bu soruya cevap bulmak üzerinedir. 

İnsanın kendisini dinde bir özne veya nesne şeklinde tanımlaması ise dinden değil, olaylardan ne çıkarsadıklarına göredir, bunu dine mal etmesi ise, kendisini buna ikna etmeye çalışmasının bir sonucudur. 

Belli ki insanın sorunu kendisini ikna etmesidir, neyle ikna ettiği ise onda sonra gelmektedir. O nedenle kişinin “vatan, bayrak” veya kimseye muhtaç olmaması durumu onun ne olduğuyla ilgili değildir, onun söylenen şeye ikna edilmesiyle ilgilidir.  

Bu bize aslında insanların bir dine inanmalarının merkezinde de aklın değil inanmayı kabul etmiş olmalarının yattığını göstermektedir.  

“Bu inancı besleyen şey nedir?” diye sorarsanız, çevresindeki diğer insanların aynı dine inanması derim, çünkü hepimiz bir seçimin değil, öğretilmiş bir ezberin ardılıyız.   

Bu bize başkalarına göre inandığımız anlamına da geliyor.  

Biz sebeplerimizi de başkalarına göre kendimiz yaratıyoruz. 

O zaman soru şu olmalıdır: 

Eğer başkalarını aşarsak o zaman kendimizi de aşar mıyız? 

Mantık sistematiğini takip edersek olay karşımıza bu aşkınlığı çıkıyor. 

Fakat bir sorunumuz daha var! 

Çünkü aşkınlık başkalarını, yani bir anlamda sebeplerimizi geride bıraktığımız anlamına geliyor. 

Öyle ya eğer bir yere veya şeye (başkalarına) göre yaşamayacaksak o zaman neye göre yaşayacağız? 

Sevgi veya aşkın gücü bize bunu vermeye yeter mi? 

Belki yetebilir! 

İyi ama sevgi ile aşkta yine başkalarına göre bir halin başka bir ahvale dönüşmesi değil mi? 

Sonuçta biz kendimize âşık olmuyoruz; kaldı ki böylesi bir aşkı toplumca kabul vermiyoruz. 

Neden mi? 

Çünkü biz aşkın veya sevginin öznesi değiliz, bizim dışımızdaki bir özne bizde bu etkiyi yaratıyor; bizi yalnızca söylenen o şey olduğumuza ikna oluyoruz. 

Tekrar soralım; o zaman hayatın amacı nedir? 

Başkasında bulduğumuz şey midir? 

Yoksa başkasında bulduğumuza kendimizi ikna ettiğimiz şey midir? 

Eğer birinde bulduğumuz şeyi başkaları da aynı şekilde bulmuyor veya görmüyorsa, bu bizim o sonuca kendimizi ikna ettiğimiz anlamına gelir ki; zaten konunun başından bu yana amacın veya anlamın kendimizi ikna ettiğimi şey olduğunu söylüyoruz. 

O zaman biz hayatın anlamı başkasında bulduğumuz şeydir diyebiliriz; çünkü henüz tersi durum için bir izaha sahip değiliz.  

Örneğin bir dinin peygamberi şöyle veya böyle Tanrıdan vahi aldığını söylüyor, biz de inanıyoruz. 

Bir zengin şu şekilde veya bu şekilde para kazanıyor veya kazandığını söylüyor, biz de inanıyoruz. 

Ama bir keşiş bize dininin erdemlerini anlattığında ona inanmıyoruz, çünkü önceden içeri aldığımız bir kabul gereği artık dışarıdan gelenlere kapalıyız. 

O güven bariyeri nasıl aşılır? 

Bu ancak içerde olandan kuşku duymakla mümkün olabilir. Ama çevremizde baskın çoğunluk bizden yana olduğu için bu oldukça zayıf bir ihtimaldir.  

Aşkın tanımı öyle değildir, ancak aklın tanımı da öyle değildir, yalnız kıyas başkası ise muhtemelen varacağımız sonuç hep aynı olabilir, çünkü ikna olma konusunda referanslarımızı destekleyen çoğunluk sayısı da önemli bir kriterdir. 

Diğer yandan yaşamın içgüdüsel olduğunu biliyoruz, yani bilinç kontrolü veya yaşama isteğini bıraktığında içgüdülerin devreye girdiğini, ‘köpekçe bile olsa’ yaşamaya rıza gösterdiğini biliyoruz. 

Tabi bilincin farkı içgüdüleri bastırmak, seçenekler içinde uygun gördüğünü seçmektir ki; bilinç böyle bir farka ulaştığı için alt türlerden kopmuş, seçimlerini isteklerine göre gerçekleştirmeye yönelmiştir.   

Ancak şu var ki; anlam bilinci bir amaca yönlendirse de bilincin kendi başına bir amacı yoktur ve ondan olsa gerek ki, bilinç her derin yoklamada anlamın basit bir yüceltme olduğunun farkına varmakta ve tam olarak o farka vardığı içinde amacını kaybetmekte, amacıyla birlikte yaşama isteğinden kopmaktadır. 

Bu kötü bir işarettir; çünkü buradan bilincimizin içgüdüler gibi yaşamayı değil ölümü seçtiği sonucu çıkmaktadır; yani aslında ölmeye bilincimiz karar vermektedir ve bu vargıya da anlamın anlamsızlığı tezinden varmaktadır. 

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz