AŞIQAN

0
Latest posts by Vecdet Dikan (see all)

      “ Güneşin ve doğanın  özgür  çocuklarına”

        Hasat zamanıydı. Her yaz, okullar kapandığında,  Qerejdax eteklerindeki köyümüze giderdik. Sonbaharda, okulların açılışıyla birlikte, tekrar Diyarbakır’a dönerdik.

        Ekinler biçilmiş, buğday ve arpa harman yerinde kümelenmişti.  Tepenin eteğinden geçen yoldan, Aşiqlar[1], kafile halinde kadınlı erkekli ,eşeklerine binmiş, tek sıra halinde bizim köye doğru geliyorlardı.

         İkindi vakti Aşiqların görülmesiyle, köyde bir hareketlilik başladı. Köylü kadınlar, aceleyle evlerine koşup kap kacaklarını, kümes hayvanlarını toplayıp evlerinin kapılarını kapatmaya başladılar. Kafile, köy meydanına varmadan, hemen sol taraftaki söğütlüğe doğru yol aldı. Söğüt ağaçlarının altı, çok serin olduğundan, burada konaklayacaklardı.

         Söğütlüğün hemen önünden bir dere akıyordu. Ağaçların   dallarında  yuva kuran kuşların cıvıltıları  gün boyunca devam ederdi. Suyu buz gibi olan bir çeşme de yolun kenarındaydı.

        Eşeklerinden iner inmez erkekler,  denk yapılıp bağlanmış, yatak ve yorganların iplerini çözdüklerinde;  kadınlar, uygun buldukları yere, yatakları üst üste dizip kap kacaklarını yerleştirdiler. Erkekler hayvanların terli sırtlarından semerlerini indirip yere çaktıkları kazıklara hayvanların boyunlarındaki ipleri bağlayarak çayırda otlamaya bıraktılar. Ailenin en yaşlıları Ahmet ve karısı Ayşe’ydi. Yaşlıların gölgede dinlenmeleri için kök boyalarla geometrik motiflerin işlendiği kulaf, yere serildi. Yaşlılar geşte [2] çıkmazdı. Söğüt ağaçlarının gölgesinde dinlenirlerdi onlar. Ahmet, yaşlı olduğu için  şalvar giymiyordu artık.  Amerikan bezinden dikilmiş  kiras [3]giymişti. Içtiği tütünden sararmış bıyıkları ön iki dişindeki altın kaplamayı gizliyordu. Ayşe diğer yaşlı kadınlar gibi başına kofi [4]takıyordu. Kofinin alınlığına sıralı paralar dikilmişti.  Kofinin sağ ve sol yanına da sırayla dikilmişti bu paralar. Kofinin üstüne siyah renkli puşi  bağlamıştı. Gözlerine çektiği  kil,   hafif  çukura kaçan buğulanmış kara gözlerini daha da belirginleştirmişti.  Kınalı örgülü saçları hâlâ canlı ve  parlaktı. Dişlerinin tamamı nikelle kaplanmıştı. Yaşlı karı koca tütün kutularından aldıkları tütünü sarıp muhtar çakmağıyla yaktıkları sigaralarının dumanını yutarak içiyorlardı. Her yaz harman vakti geldikleri köyde, ağaçları, kuşları, evleri aşina  gözlerle seyredip hasret gideriyorlardı. Köy sarı ve kurak ovada bir vahaydı. Toprağı bereketliydi. Bu köye her geldiklerinde elleri kolları dolu hayvanları yüklü ayrılırlardı.

        İçi su dolu testinin ağzı tülbentle sarılmıştı. Kulplu bakır bir tas testinin ağzına ters bırakılmıştı. Yaşlı kadın bazen cebinden küçük bir kutu çıkarır bu kutudan aldığı  bir tutam tütünü burnuna çekerdi. Hemen ardından peş peşe hapşırmaya başlardı. Avucunun içinde iyice öğüttüğü bu tütüne birmoti denirdi.  Dudaklarından çenesine kadar nokta nokta  deq [5]  yapılmıştı. Elleri,  bilekleri  ve parmakları da. Yaşlı kocasının elleri ve bileklerine de deq, işlenmişti. Esmer ve yaşlı  tenlerindeki  damarları bir nehrin kollarını andırıyordu . Deq, derilerine işlenmiş  kökleriyle aralarındaki bağları, yol  haritalarıydı.

 Genç kadınlar geşte çıkmak   üzere tüm hazırlıkları tamamladılar. Başta, en tecrübeli olan Aşiq  kadın, kolunda kovası, yolculuk boyunca sırtından hiç indirmediği bebesiyle yola çıktı. Diğer kadınlarla birlikte büyüklü küçüklü kız çocukları da anneleriyle birlikte geşte çıkmışlardı. Gün boyunca izledikleri anneleri onların rol modelleriydi. Köyün köpeklerinden korunmak için, kadınlar, ellerinde birer değnek taşıyordu. Köye doğru gelen kalabalığı gören köpekler, hep beraber havlayıp, gelenlere doğru koşmaya başladılar. Kadınlar, birbirlerine sırtlarını dayayarak, hemen bir çember oluşturup çocukları, bu çemberin içine aldılar. Köpekler, havlayıp bu çemberin etrafında koşarak, gelen yabancıların, adım atmalarını engellemeye çalışıyorlardı. Kadınlar, oldukça tecrübeli ve korkusuzdular. Ellerindeki değnekleri, o kadar iyi kullanıyorlardı ki, birer savunma sanatı ustası oldukları anlaşılıyordu. Köpekler, taarruzları ve  karşılaştıkları güçlü savunmadan sonra  gelenlerin tehlikeli olmadıklarını hissederek, peşlerini bırakmadan onları izlemeye devam ettiler. Köyün çocukları da kafilenin ardına düştüler.

        Bizim evin merdivenlerine gelen  Aşiq kadınların  rengârenk çiçekli fistanlarının etekleri fırfırlıydı. Fistanın altına giydikleri düz renkli kirasları, heval kiraslarıyla”[6] bir renk cümbüşüydüler. Renkli şeritlerle ördükleri saçları kalçalarına kadar iniyordu.  Şeritlerin uçlarına, kurşun pullar takmışlardı. Hareket ettikçe, örgülerinin sallanmasını engellemek için, ağırlık olarak takılmıştı bu pullar. Şakaklarında büktükleri bir tutam  saçlarıyla bisk[7]   yapmışlardı yanaklarına. Kulaklarında iri küpeler sallanıyordu. Burunlarına taktıkları hızmalar dikkat çekiyordu.  Gerdanlarında, sıra sıra, renkli mercan boncuklar diziliydi. Esmer ve yanık tenliydiler. Yüzleri ve elleri dövmeliydi. Alınlarında doğan güneşi tasvir eden kocaman bir dövme vardı. Her iki kaşın ortasına yapılan bu dövme dağların doruklarından,  güneşin doğuşunu gösteriyordu. Aidiyet duyguları bu dövmeden daha iyi açıklanabilir miydi?  “Onlar güneşin çocuklarıydı”.  Çenelerinde, bileklerinde, ellerinin  ve parmaklarının üstüne  deq işlenmişti. Dişleri sarı pirinçle kaplanmıştı. Konuştukları zaman dişleri ışıl ışıl parlardı. Sarı, mavi, yeşil renkli lastik ayakkabılar giymişlerdi. Rahat yürüyebilmek için  uzun fistanlarının uçlarını renkli yün kuşaklarının arasına tutturmuşlardı.  Gösterişli ve kendinden emin olan birkaçı  cezaevlerinde, mahkumların boncuklarla işlediği kemerler takmışlardı bellerine. Çiçeklere dokunup koklayamayan tutsaklar  işledikleri boncuklara, hayal dünyalarını yansıtıp rengarenk çiçekler açtırmışlardı, kapalı duvarlar arkasında. Binbir emek ve göz nuruyla işledikleri boncuklar kadınların bellerinde dağları, ovaları aşıyordu. Aşiq kadınlar, aynalarını bu kemerlerin içinde saklıyorlardı.

           Bebeklerinin başına renkli kumaşlardan yapılmış başlıklar takmışlardı. Başlıklar, yüzlerini çevreleyen, büzgülü motiflerle süslenmişti. Renkli taşlar ve pullarla  işlenmiş  başlıklar  onları, bütün gün annelerinin sırtında  rüzgardan ve güneşin kavurucu sıcağından  koruyordu. Bebeklerin bileklerine renkli boncuklar takılmıştı. Özellikle, mavi renkli boncuklar dikkat çekiyordu. Dişi çıkan çocuğun başına danu dökülür, alnındaki bir tutam saça, sakız yapıştırılarak ipe dizilen danu, buğdayı mavi boncuk ve çeyrek altını andıran pul  takılırdı.  Bu takı çocuğun alnında uzun bir süre kaldıktan sonra bu tutam saç kesilir ve saklanırdı.

          Kız çocuklarının fistanları da    renkli ve çiçekliydi. Annelerinin, fistanlarına göre etek boyları daha kısaydı. Saçları uzun ve kırk örgülüydü. Ayaklarında renkli lastik ayakkabılar vardı. Boyunlarında birkaç renk boncuk diziliydi.  Analı kızlı kenger sakızı çiğniyorlardı. Öndeki kadının boynunda balmumlu ipe  bağlanmış  bir kürek kemiği asılıydı. Bu kürek kemiği çingene kadının küresiydi. Bununla fal bakıyordu falcı kadın.

        Ömer’in, koyun kestiğinde kürek kemiğini çıkarıp bıçağın sapıyla kırdığını görünce diğer kemiklere dokunmadın neden özellikle kürek kemiğini hep kırıyorsun diye sorduğumda fal bakılmasın diye cevaplamıştı beni. Çingeneler bu kürek kemikleriyle fal bakıyorlar, günahtır demişti.

      Babam köyde değilse annem, kahyamız Ömer’e  onlara  buğday ver kapıda bekletme, diye seslendi. Ömer’in görünmesiyle kadınlar hareketlenip   harman yerine doğru yol aldılar. Ben de peşlerinden. Kahya, kadınların  getirdikleri torbaları buğday doldurdu, hayvanları içinde arpa. Aşiq erkekler yardıma geldi. Yükleri ağır olduğundan çuvalları eşeklerin sırtına yükleyip söğütlüğe doğru yol aldılar. 

      Sıra köylülerin evlerine gelmişti. Kapalı kapıları, konuşarak, bağırarak, zaman zaman evin sahibini azarlayarak açtırmayı başarıyorlardı.

      Buğday, arpa, bulgur, yoğurt, ayran, sabun ne buldularsa alıyorlardı. Fal baktırmaya razı köylü kadının eşiğine bağdaş kurarak boynundaki kemiğin sapından tutup yüzüne doğru kaldırdığında kadının göğsünde de dövmeler olduğunu gördüm. Göğüs kafesi yeşil yıldızlarla kaplıydı. Gece gökyüzünden topladığı yıldızları göğsüne doldurmuştu. Göğsü gökyüzüydü artık. Köylü kadınların aksine bebeklerini emzirirken göğüslerini örtmezlerdi. Fal baktıran kadının haline göre anlatmaya başlardı falcı kadın. Güzelse güzelliğini över, gençse, oğlu yoksa oğlan doğuracağını, becerikliyse meziyetlerini övmeye başlardı. Sonuçta memnun ederdi fal baktıranı.

           Falcı kadın köyün erkeklerini de ikna edip fal bakardı. Fal baktığı erkeğin evli olduğunu bilir kaç çocuğu olacağını , kaderinde ikinci bir eş olduğunu söylerdi.

         Özellikle delikanlılar falcının elinden kurtulamazdı. Utangaç  delikanlıların  ne zaman nasıl biriyle evleneceklerini!  merak ettiklerini tahmin etmek falcı için zor değildi. Falcı, delikanlıya güzel bir kızla evleneceğini eşinin erkek çocuklar doğuracağını onu mutlu edeceğini anlatırdı.  

        Köylülerden topladıkları bulguru veya buğdayı eteklerine koyup yoğurt ya da ayranı beraber getirdikleri kovalarına doldururlardı. Geşt bittikten sonra yükleri ağırlaşmış kalaylanmak üzere verilen bakır kap kacakları da alıp geldikleri yoldan konakladıkları yere doğru yola çıkarlardı. Peşlerini hiç bırakmayan köpekler ve köyün çocukları da eşlik ederlerdi bu kısa yolculuğa.

       Ağacın altına kurdukları ocaklara yerleştirilen isten her tarafı simsiyah olmuş bakır  tencerelere su konur ateş yakılırdı. Topladıkları ayran veya yoğurdu çeşmede karıştırarak soğuturlardı. Kalan ayranı, Amerikan bezinden dikili torbalara koyup ağacın dalına asarlardı. Böylece sineklerden korunur, ekşimesi önlenirdi. Kafile birkaç aileden oluşuyordu. Çoğunlukla   bulgur pilavı pişirirlerdi. Bulguru lengere boşaltıp yanında ayran bir de soğan hep beraber sofraya otururlardı.

       Yemekten sonra közde çay demlenirdi. Çay içerken köyde kaç gün kalacaklarına hangi köylere gideceklerine karar verip bir yol haritası belirlerlerdi. Konakladıkları köylerde fazla kalmak istemezlerdi. Bütün bölgeyi dolaşmaları gerektiğinden  zamanları sınırlıydı. Aldıkları siparişleri yollarda yapar sahiplerine teslim ederlerdi.

      Aşiq erkeklerin başında siyah kasketleri, yakasız gömleklerinin üstüne giydikleri yelekleri, siyah şalvarlarının kumaşından dikilmişti. Kemer olarak asker palaskası takan da vardı. Sahtiyandan yapılmış kalın kemer takan da.   Ayaklarına siyah cizlavet ayakkabılar giyiyorlardı. Erkeklerin   ellerinin üstünde  veya bileklerinde  daq vardı. Aralarında şakaklarına daq  yaptıranlara da rastlanıyordu. Ceplerinde horozlu ayna ve tarak taşırlardı. Saçlarını taradıktan sonra bıyıklarını da tararlardı.

      Kafeslerde kınalı keklikler besliyorlardı. Kafeslerin çadırları da vardı. Karanlık olduğunda kafesleri bu çadırlarla kapatıyorlardı. Gün doğumuyla açarlardı bu çadırları. Horoz sesleriyle uyanmaya alışık köylüler esen seher yeliyle öten keklik seslerini dinlerlerdi hayranlıkla.

       Yolculuk sırasında bebeleri gibi  kucaklarında  taşırlardı kafeslerini. Uçsuz bucaksız sarı ovada yoldaşlarıydı keklikler.

      Küçük çocuklar çekirge toplardı keklikleri için bir de  tèlî [8]. Çocuklarla birlikte ben de tèli  toplardım. Bu otun yapraklarını kopardığımda yoğun kıvamda beyaz bir süt akardı. Bu süt parmaklarıma değdiğinde elim yapış yapış olurdu. Kendine özgü naif bir kokusu da vardı bu otun. Tèlî  yaprağını kafese yaklaştırdığımda, keklik heyecanla yaklaşır kırmızı gagasıyla yaprağı didiklemeye başlardı. Topladığım diğer yaprakları da kafese bırakırdım usulca.  Çekirge yakalamaya çalışırken bazen yemyeşil rengiyle peygamberdevesine de rastlardım. Peygamberdevesi uzun bacaklı ve çok ince bir yapıya sahipti. Onu bir süre keyifle izledikten sonra dileğimi söylerdim. Beni de al sırtına ve gökyüzüne götür der ,sonra da özgür bırakırdım. O, kutsaldı. Kekliklere yedirilemezdi. Köydeki çocuklar büyüklerinden duyduklarını birbirlerine  anlatıyorlardı.

      Aşiqların çifteleri de vardı Şalvarlarının üstüne bağladıkları fişeklikleriyle ava çıkarlardı. Keklik, tavşan ve yabani ördekleri avlarlardı. Babam yabani hayvanların avlanmasına kızardı. Köyde su kenarlarındaki  sazlıklar yabani ördeklerin yuvalarıydı. Höyüğün etrafındaki taşların altı  tavşan yuvalarıydı. 10 bin yıl önce insanları barındıran yaşam alanı şimdi yabani hayvanlara ev sahipliği yapıyordu. Babam  kahyayı göndererek hayvanlara dokunmamalarını istediğini iletirdi. Aşiqlar bu kurala uymamaları halinde  köyde konaklayamayacaklarını bilirlerdi. Erkek çocukların ellerinde sapanları kuş avlarlardı bütün gün. Onlarında ceplerinde horozlu aynaları ve tarakları vardı. Küçük çocukların başına tas koyup saçlarını makasla kesip enseleri makas gibi açılıp kapanan makinayla tıraş edilirdi. Hepsinin saçları tek tipti. Belli bir yaşa kadar elbise giyerdi oğlan çocukları. Elbiseleri genelde düz  veya çizgili kumaştan dikilmişti. Ayağında  siyah cizlavet  papuçlar olan da, yalınayak dolaşan çocuklar  da vardı. 

       Köyden toplanan bakır kapları kalaylamak için ateş yakılır,körükle ateşe sürekli hava verilirdi. Diğer yandan bakır kapların içine kül koyup ayaklarıyla sağa sola dönerek  ovalayıp sonra yıkarlardı. Maşayla ateşe tutulan bakır iyice ısıtıldıktan sonra kalay çubuğunu kabın içine sürüp sihirli bir toz atar bir yumak pamukla aceleyle kabın her tarafına yayarlardı bunu. Işıl ışıl parlayan yepyeni bir kap çıkardı ortaya. Bu bir sihirdi. Kararmış bu ellerden savrulan bu sihirli tozla ateşten kıvılcımlar sıçrardı havaya. 

     Bizim köyde söğüt ağacı çok olduğundan kadınlar geştte iken erkeklerde boş durmaz ince söğüt dallarını keser küçük dalları ve yaprakları temizledikten sonra sepetleri örmeye başlarlardı. Eğer büyük sepet sipariş verilmişse kalma sürelerini bazen uzatırlardı. 

        Süt, yoğurt, peynir bu büyük sepetlerin altında mayalanır ve saklanırdı. Sepet altında saklanan bu ürünler sineklerden korunur, hava alması da sağlanırdı. Oturan bir adamın üstüne geçirilecek büyüklükte olurdu bu sepetler. Sebze taşımak için kulplu, bağ bozumunda üzüm taşımak için kulpsuz yayvan sepetler sipariş verilirdi. Bazen de düz tepsi gibi örülen sepetler istenirdi. Sebzeler bu sepetlerin üstünde kurutulurdu.

       Harman yerinde buğday sapları toplanırdı desteler halinde. Buğday saplarını boş zamanlarında boyayıp rengârenk sepetler yaparlardı.

       Dişçilik yapan Aşiqlar kerpetenle diş çeker nikel, sarı, beyaz  pirinçten diş yaparlardı.

      Bulgur öğütüldüğünde kullanılan kalburu da Aşiqlar yapardı. Debbağladıkları  derileri kalburların deliklerinin küçüklüğüne ve iriliklerine  göre şeritler halinde keserlerdi. Daha sonra bükerek ip haline getirdikleri derileri hazırladıkları kasnaklara  geçirip örerlerdi maharetli elleriyle. Pilavlık, köftelik bulgur bu kalburlarla birbirinden ayrılırdı. Deriyi o kadar iyi, titizlikle işlerlerdi ki  zamanla kararma ve kopma olmazdı kalburlarda.

      Sarad, kalbura göre oldukça büyüktü. Kasnakları da oldukça kalın. Delikleri büyük tasarlanmıştı. Saradla elenen buğday büyük deliklerden hemen aşağı iner afara üstte birikirdi.

      Hasat sonrası yapılan düğünler davul zurna eşliğinde yapılırdı. Müzisyen aşıklar olmadan düğünler düşünülemezdi.

      Geldikleri gibi yine bir ikindi vakti toparlandılar. Yükleri daha ağırlaşmıştı. Köylerden topladıklarını nerede saklarlardı? Kışın yağmurda, karda görüşmezlerdi. Evleri var mıydı?

    Aşıklar, doğduklarında  nüfusa kaydedilmez, askere gitmezlerdi. Ölünce de kütükten düşürülmezlerdi. Yaşamak için kendi kurallarıyla yarattıkları dünyalarında yaşıyorlardı. Onlar doğanın  özgür çocuklarıydı. Doğayla barış içinde bir yaşam sürüyorlardı. Açıkta uyumalarına  rağmen ne yılan ne akrep dokunurdu  onlara. Sadece yaşamalarına yetecek kadar yiyecek toplarlardı. Biriktirmeyi  bilmez günlük yaşarlardı.

      Hazırlıkları bittikten sonra yola koyuldular gün batımına doğru. Kadınlar eşeklerine bindiklerinde  heval kıraslarından sıyrılmış esmer bacakları, sallanırdı yol boyunca. Kafilenin gözleri yolda Batı Karakoç köyüne doğru yol aldıklarında batmaya başlayan güneşle aynı hizaya geldiler. 

      İçten içe hep onlara özenirdim. Özgürdüler ve sürekli seyahat ediyorlardı. Ben onlara göre tutsaktım.

     Gece gökyüzünde yıldızlara bakardım. Gökyüzünden yeryüzünün nasıl göründüğünü, kuşları hayranlıkla izlerken onlar gibi sınırsız uçmayı hayal ederdim.

      Göçmen kuşlar baharda geldiklerinde ben yerimdeydim. Onların gelişi sevinç ve neşe yaratırdı. Leylekler ve kırlangıçlar göç ettiklerinde arkalarında bırakırlardı beni hüzün içinde. Sonbahar ayrılık zamanı olurdu benim için de. Şimdi de Aşiqlar gidiyordu. 

      Gidenleri uğurlamaya geride hüzünle kalmaya daha fazla dayanamadım.

       Gün batımında kaybolmak üzerelerken yola çıktım.  Ufuk çizgisinde yetiştim onlara. Bu andan itibaren yerçekiminden bağımsız ufukta kafileyle birlikte yollardaydım. Sarıya kesilmiş tarlalar boyunca yol aldı kafile. Yokuşu tırmandıklarında  son kez  görüleceklerdi ufukta. Onlar güneşin ve doğanın özgür çocuklarıydı.

Vecdet DİKAN

20.06.2022


[1] Aşiq: Mırtıp, Çingene

[2] Geşt: Yiyecek toplama eylemi

[3] Kiras: Fistanın altına giydikleri kolsuz kumaş kombinezon.

[4] Kofi: Kadinlarin başlığı

[5] Deg: Dövme

[6] Heval kiras: Renkli ve çiçekli kumaştan dikilmiş uzun kilot

[7] Bisk: Şakaklarındaki bir tutam saçla yaptıkları bukle

[8] Tèlî kekliklere yedirilen bir ot.

Önceki İçerikKurban-2
Sonraki İçerikSiyasi Partiler ne yapmalı?
Diyarbakır - Lice doğumlu İlkokulu Kayseri'de okuduktan sonra, ortaokul ve liseyi Diyarbakır'da bitirdi. Yakındoğu Hukuk Fakültesi‘nden mezun olduktan sonra Diyarbakir'a döndü. Hukukçu ve kolleksiyonerdir. Yaklaşık on iki yıl Kıbrıs'ta yaşadı. Kıbrıs'ın tarihini ve mimarisini inceledi. Bu amaçla Kıbrıs'ın müze ve ören yerlerini gezdi. Doğasını çok sevdiği Kıbrıs'ın çok kültürlü yapısından etkilendi. Yüzme ve bisiklet tutkunu olan Vecdet Dikan, fırsat buldukça doğa yürüyüşleri de yapar. Bir kitap ve edebiyat tutkunu olan Vecdet Dikan, Yaşamının tümünü edebi çalışmalarına ayırarak deneme, anı ve öykü türlerinde yazılar yazar.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz