Askeri Okullardaki FETÖ Yapılanması ve Sonrası

4

Askeri Okullardaki FETÖ yapılanması son günlerde birçok sosyal medya platformunda gördüğümüz “Mavi Otobüs” belgeseli ile tekrar gündeme geldi. Belgeselin tamamını izlemedim, izleyemedim. O kadar “komik” gerçeklerden “kopuk” ve öylesine “hayal ürünüydü ki” Tamamını bitirmeye sabrım ve zekâm el vermedi. 

Askeri Okullara FETÖ yapılanmasının girmeye başladığı dönemlerde hatta biraz daha öncesinde bende 1994 yılında “Askeri Okul” sınavlara girmiş ve kazanmıştım. Aslında ilk mülakatlarda bana (ki 14 yaşında bir çocuk olan bana) bile bazı şeyler garip gelmişti.

1994 Temmuz’unda kendi ikametgâhıma en yakın yer olan Mızıka ve Bando Astsubay Hazırlama Okulu (Ankara)’nda sınavlara girecektim. Sınav sabahı heyecanla gittik. Çocukluk hayallerime, âşık olduğum üniformayı giymeme birkaç sınav kalmıştı. Nasıl heyecanlanmasın çocuk? Anaokulunda 23 Nisan şenliklerinde Asker üniforması giyen, ilkokul piyeslerinde hep asker olan ve tüm çocukluğu boyunca “Asker” olmak isteyen biri için inanın bana o sınav süreci hiç kolay olmuyor. 

Nitekim önce hepimizi genel bir fiziksel muayeneden geçirdiler. Yanımıza eşofman – şort vs almıştık ama izin vermediler ve spor – beden yeterliliği sınavları başladı. Koşu, şınav, mekik, barfiks… Hepsinden geçtik. Biraz zorlandık ama dereceyi tutturmuştuk çoğumuz. Sonrasında mülakatlara aldılar. Sıra bana geldiğinde; önce düztaban olup olmadığıma baktılar, ardından boy – kilo kontrolü ve sonrasında rütbelerini tam hatırlamıyorum ama genç iki tane bir subay ve bir astsubayın karşısına oturdum. Önlerinde benim o gün girdiğim sınav sonuçlarım duruyordu. Diğerine göre daha yaşlı olan komisyon üyesi, nereli olduğumu, neden asker olmak istediğimi sordu ve sonra durduk yere “İhlas Suresini biliyor musun?” dedi. İhlas? Hiç duymamıştım. Duymama sebebim “dinden uzak – seküler” bir hayat tarzı içinde büyümüş olmam değildi. Biz daha doğrusu ben doğup büyüdüğüm yerde “İhlas”suresine “Kulfü” derdik. (Tam doğru yazamamış olabilirim.) “Bilmiyorum” dedim. Ki gerçekten hiç duymamıştım İhlas suresini. Gülümsediler. “Kaç sure biliyorsun?” dediler. “Dört!” dedim heyecanla ve doğru bildiğimden emin olarak. “Hangileri onlar?”dediler. “Üç Kulfü bir Elham” dedim. Gülüştüler. Teoride dört sure biliyordum ama meğerse toplamda hepsi iki sure ediyormuş. Gülümsemeye devam ederlerken belgelerime mührü vurup, yarın yazılı sınava girmem gerektiğini söyleyip uğurladılar. İhlas suresini bilseydim ne olurdu ne olmazdı hala muallaktır kafamda… 

Yazılı sınavı da kazandım ve 5 Eylül 1994 günü kayıt olmak üzere okula gittik. 

İlk yıl tabii doğal olarak kimse kimseyi tanımıyor, bilmiyor. Yeni bir şehir, yeni bir okul, evinden kopup gelmişsin. 14 yaşındasın. Bambaşka kültürler, alışkanlıklar, yemekler, erken kalk, spora çık, ders çalış… Gerçekten çok zor bir ilk yıldı… Askeri Lise okuyan hiç kimse de ilk yıl çok eğlendiğini söyleyemez ve o ilk yıla ait kimsenin güzel anıları yoktur. 

İkinci yılda artık bazı şeyler daha da oturmuştu. Arkadaş çevren belirlenmiş ve şekillenmişti. Başarılı olacağın alanlar ufak ufak gözle görülür hale geliyordu. İşte o yıl; Geceleri bazı arkadaşlar boş sınıflarda, ışıklar açılmadan, karanlıkta bir araya geliyorlardı. Herkes sigaraya başlamıştı. Sigara içmeyenlere bir lakap bile takılıyordu. Üstelik sigara içmek yasaktı. Gizlilik önemliydi. Ve o dersliklerde kendi arkadaş çevrenle bir araya gelip, yat yoklamasından sonra toplanırdın. Kimisi gitar çalardı, kimisi kâğıt oynardı hatta gizli gizli tüp sokup, yumurta sucuk yapanlar bile vardı saat 22:00’dan sonra ve tabii hepsi yasaktı. Ancak okul kurallarına aykırı olan bu gece kuşlarının toplanmalarında biri vardı ki oldukça tehlikeliydi. Kantinden aldıkları ya da bir şekilde elde ettikleri karton kutular üzerinde, sıraları itekleyip, alan açıp namaz kılarlardı. 28 Şubat olmamıştı. 1995 yılıydı. Biz camdan görürdük ama 15 yaşında çocuklar olarak ne düşünebilirdik ki? “Geri zekâlı bunlar” deyip biz kendi goy goyumuza devam ederdik başka bir derslikte… Biz bambaşka havalardaydık, kafamız almazdı namaz – niyaz… Ancak o namaz kılan ekibi her gördüğümüzde cemaatları kalabalıklaşıyordu. Bizle bir eğlenen, gitar çalıp – şarkı söyleyen, batak – 51 – yanık gibi kâğıt oyunun peşinde koşanlarda yavaş yavaş o dersliklere gitmeye başlamışlardı. Gün oldu; dördüncü bulamadığımızdan “Pis Yedili” oynamak zorunda kalmıştık. Kötü günlerdi… Gerçekten King’e dördüncü bulamadığımız berbat günlerdi… 

Üçüncü yıl, dersliklerde namaz kılanlar birden ortadan kayboldu. O dersliklerde namaz kılanlar, hafta sonu izinlerinde bizimle birlikte kahveye gelmeye, okey oynamaya falan başladılar. Gizli gizli okula soktuğumuz şaraba dadananlar bile vardı. Aniden hepsi atmosfere karışmıştı sanki. Namaz kılan falan göremez olmuştuk. 

Şimdi düşününce anlıyorum; 28 Şubat patlamıştı. Ve inanılmaz bir baskı oluşmuştu bir kesim üzerinde. Ama biz bu baskıyı hissetmiyorduk çünkü o taraklarda hiç bezimiz olmadı. Ama bir yerden bu arkadaşlara bir emir gelmiş olmalı ki hepsi hiçliğe karışmıştı. 

Her yıl biraz daha büyüyorduk. Büyüyen sadece bedenlerimiz değildi. Fikirlerimiz, düşüncelerimiz, ideolojilerimizde büyüyor, ona göre çevremiz şekilleniyordu. Koğuşlarda yatma planları değişiyor, herkes anlaşabildiği insanlarla bir araya geliyor, onlarla zaman geçiriyor, birlikte yemek yiyor, aynı koğuşta kalıyor ve hafta sonu izinlerinde bile birlikte zaman geçiriyor hatta yaz tatillerinde birbirilerimizin memleketlerine gidip geliyorduk. Ve bu kümelenmenin temelleri kesinlikle ideolojikti… Muhafazakâr bir devre arkadaşınla samimi olmazdın, olamazdın mesela… Eğlence anlayışları bile farklıydı çünkü…

Son sınıfta her aşamada büyüyen hayatlarımızın birçok ihtiyacı da doğuyordu. Kız arkadaşlarımız vardı. Ve hiçbirimiz zengin aile çocuğu değildik. Zengin ailelerin bizim tabirimizle “Yetimhane” dediğimiz “Askeri Liselerde” ne işleri vardı ki? Aramızda Subay – Astsubay çocukları veya bir şekilde annesi de çalışıp evine çift maaş giren aileler gözümüzde “Zengindi” Hepimiz Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelmiştik. Babalarımız çiftçiydi, işçiydi, memurdu… Hatta bazı babalar işsizdi. Bazı anneler pazarda çalışırdı oğluna harçlık göndermek için. Hatta devletin verdiği Teğmen maaşının bilmem kaçtı kaçı kadar “Harçlıkla” bir ay geçinen arkadaşlarımız vardı. Göl balıkçılığı yapan ailelerin çocukları vardı devremizde. Ama para da lazımdı. Kız arkadaşınla buluşacaksın. Düzgün – temiz ve üst sınıf olmasa da markalı sivil kıyafet lazımdı. Bir şeyler yemek – içmek lazımdı. Hatta hediye bile almak gerekiyordu. Ve nedense tüm devrenin ihtiyacı olan bu “para” o birkaç yıl önce dersliklerde namaz kılan sonraları yok olmuş ama tekrar hortlamış insanlarda olurdu. Tüm devrenin bankası gibiydiler.

“Mehmet, hafta sonu ne yapacaksın?” , “Ne yapayım devrem? Okuldayım Allah kahretsin ki…” , “Tövbe de devrem, öyle deme. Hem niye lan? N’oldu?” , “Ya kız arkadaşımla buluşacaktım ama param yok. Bende ona, bu hafta sonu cezalıyım. Önümüzde ki hafta sonu buluşalım dedim.” , “Saçmalama devrem ya. Olur mu hiç! Al ben sana -Beş yüz bin lira- vereyim, git eğlenmene bak.”(Zamanın büyük parası, ailem bana haftalık yüz bin gönderirdi oradan düşünün) Gözlerinizi yerinden çıkartacak paradır ama… Aması vardır; “Devrem ben bunu alırım, çokta güzel yerim ama çok sonra ödeyebilirim…” , “Ya boş ver… Elin ne zaman para görürse o zaman ödersin…” 

Parayı alırsınız ve rüya gibi bir hafta sonu geçirirsiniz. Ama sonra o parayı aldığınız kişiye karşı ister istemez bir mahcubiyet oluşur. Herhangi bir yerde sizinle göz göze gelse bile kafanızı öne eğersiniz. O parayı mümkün değildir ödeyebilmeniz. Ne derler; “Tatlı tatlı yemenin acı acı çıkartması olur…” İşte tam o hal… Sizi davet ettiği yere gitmek zorunda kalırsınız, çağırdığı sohbetlere koşa koşa gidersiniz. “Akşam okundu mu?” diye sorduğunda siz çoktan abdestinizi almış, seccadeyi pardon kartonu sermişsinizdir. Hatta kantinden çayını alıp, şekerini atıp, karıştırıp; “Buyur devrem, çayın, yeni demlemiş asker!” diye servis bile edersin o senden istemeden. Zincirlerini vermişsindir çünkü belli bir fiyat karşılığında. Sonra yine paraya sıkışırsınız ama panik yapmanıza gerek yoktur. Çünkü bankanın kapıları ardına kadar açılmıştır size. Dev gibi bütçeler döner Askeri Lise öğrencileri arasında… Para kaynağı nedir, nereden gelir, nasıl olur kimse sormaz, ilgilenmez de. Burdur / Çavdır ilçesinden gelmiş bir çocukta ise para asla bitmez. Ve devamlı size bütçe ayırabilir. Ve böylelikle ilk zehirli ok bünyenize girmiştir. O oku yememek içinse yapmanız gereken tek şey vardır; “Kan kusup, -Kızılcık şerbeti içmiştim- diyebilmek” 

Eğer kendinizi kurtaracak parlak bir planınız yoksa sürüklenir gidersiniz. Uyanık olmanın bu noktada çok büyük faydasını görürsünüz. Hem parayı yemiş hem de ufaktan yol almışsınızdır. Tarihler 2000’lerin başlarıdır üstelik… 

Birçok gariplikte vardır o ekipler içinde. Bunu dışarıdan da rahatlıkla görebilirsiniz. Mesela; kendi aralarında garip bir hiyerarşik yapı vardır. Aynı devre olmalarına rağmen kendi aralarında hangi sebeplere dayalı bilmiyorum ama bir şekilde seçilmiş ya da atanmış olan o devre arkadaşları herhangi bir yere girdiğinde diğerleri “Ruhani bir varlık” gelmiş gibi davranır, ayağa kalmaya yeltenir hatta o konuşmaya başlayınca susup dinlerler. Sizin bir alakanız olmadığı için hepsi devre arkadaşınızdır gözünüzde. Ve o “ruhani lidere” yapacağınız yersiz bir şaka diğer üyeler tarafından çok sert karşılanabilir. Tecrübe ile sabittir bu. Kendi aralarında “Rahmani” seçtiklerine amfide ders sırasında kulağına elbise askısı soktuğunuzda inanılmaz sinirleniyor mesela… Sorunları elbise askısıyla mı bilmem ama bu yüzden baya bir hırpalandığımı biliyorum.

Bazı ileri görüşlü devre arkadaşlarınız çıkıp hatta sizde onlarla bir olup, bu ekibi, gece toplanmaları – namaz kılmaları – sohbetlerini ve bir şekilde (çoğu dedikodu olmak üzere) öğrendiğiniz sohbet konularını, Sınıf Subaylığına ilettiğinizde ise ıstırap asıl o zaman başlar. Ama sizin için… Koğuşlarınız basılır, sık sık arama bahanesiyle tüm eşyalarınız dağıtılır, dışlamalar, sosyal tacizler, mektuplarınızın verilmemesi, gelen telefonlarınıza çağırılmamanız vs… Ama en önemlisi; “Fişlenirsiniz…” Ve bu tüm fişleme tüm kariyeriniz boyunca üzerinize yapışacaktır.

Mezun olursunuz… Tayinler açıklanır. Siz gidersiniz “E Bölgesine” bir şekilde kapağı Lisan Okulu vs gibi kurslara atarsanız yırtarsınız ama o kurslar asla size çıkmaz. Ama diğer ekip hep balı böreği yer siz bokun tezeğin içinden çıkamazsınız. “Allah’ın Takdiri” derler sonra size… “Hayvan gibi yaşayacağına azıcık alnın secde görseydi sende İzmir / Gaziemir’de, Hava Kuvvetleri Karargâhta ya da Güzelyalı Hava Eğitim Komutanlığında çalışabilirdin. Ama tıksırıncaya kadar içersen işte böyle uğraşırsın; Muş Hava Meydan Komutanlığı, Mardin Radar Mevzi Komutanlığı hatta Sinop / Ayancık’ta…” diye de dâhili hattan arayıp dalga geçerler. 

Rütbeniz ilerler… Bir tayin daha görürsünüz… Bu seferde “C Bölgesi” Evet, batıdır ama başka bir dağın tepesindeki başka bir radar ya da füze filosunu görürsünüz tayin sonuç ekranında. Gaziemir / Hava Teknik Okullar Komutanlığında çalışan o devre arkadaşınız ise başka bir A bölgesi olan Güzelyalı / Hava Eğitim Komutanlığına tayin görür. “Yahu bu nasıl adalet?” diye kafayı yerken birden tarihler 15 Temmuz’a gelir. Ve balı böreği yiyen tüm devre arkadaşlarınız ortadan kaybolmuş, (yine) ya da güneş doğmak üzereyken karga tulumba alınıp cezaevine gönderilmiştir. 

Mavi Otobüsü izlediğinizde duygusal olarak üzülüp, “Yahu yazık” diyorsunuz, biliyorum! Çünkü çok iyi çalışmışlar! Ama Hayır! Demeyin!

Asıl bana ve benim gibi yüzlerce “Onlardan olmayan” Atatürk’ün izinden gitmiş, sapmamış, şaşırmamış, kandırılmamış ama ne doğru düzgün tayin görmüş, ne saz gibi kurslara gitmiş ne de tayin ile yurt dışı görmemiş askerlere üzülün! Biziz aslında mağdur olan! Biziz aslında hakkı gasp edilen! Mobingler, izin istirahat kesintileri, gözünün üstünde kaşın var diyerek şimdilerde FETÖ’den dolayı müebbet yemiş komutanlarınız tarafından verilmiş “Göz hapsi” cezaları, “Oda hapisleri” ortada hiçbir neden yokken sadece “gömleğinin düğmesi açık kalmış” diye cehennemin dibine görevler, intikaller… Yani temelde; Biziz mağdur olan! Ama FETÖ’ye sırtını dayayan birçok personel sayabilirim ki, bırakın Doğuya, E bölgesine, B bölgesi bile tayin görmemiş… Bir kurstan diğerine koşarak gitmiş… Erken terfiler, takdirler… Ne yaptı benden farklı? Uzaya roket mi fırlattı? Bir buluş / icat mı yaptı? Ne oldu da erken terfi verildi? Sen üstüne üstlük dandik bir suçtan askeri mahkemeye çıkıp devre kaybedersin… Suçun ne? “Atatürk İlke ve İnkılaplarına Bağlılık” 

Hiç şüphe yok ki; bugün, o eften püften sebeplerden dolayı aldığım savunmalar, cezalar benim dosyamda bulunan en değerli, en kıymetli ve en gurur duyduğum belgelerdir. Çünkü hepsinin altında bir şekilde FETÖ’den alınmış – atılmış – cezaevinde duvarı çizikleyen askerlerin imzaları vardır. Bin tane “Üstün Hizmet Şerit Rozeti ve Beraatından” daha değerlilerdir. 

4 YORUMLAR

  1. Serkan Bey, tebrikler. Kulaktan duyma değil, 1. elden yaşanmış bilgiler. Bu konuların iyice anlatılması lazım ki, tarih tekerrür etmesin. Saygılarımla

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz