Bir Mamak Askeri Cezaevi Anısı: Hayatımda En Çok Utandığım An

0
????????????????????????????
Prof. Dr. Orhan Yılmaz

Yuvarlak bir hesapla 1966 doğumlu bir kişi sene kaybetmeden lise çağına ulaşmışsa, 1980 yılında liseye başlamıştır.

Eğer 1963 doğumlu bir kişi sene kaybetmeden üniversite çağına ulaşmışsa, 1980 yılında üniversiteyi kazanmıştır.

12 Eylül 1980 İhtilali’nden önce, lise ve üniversiteye göre ortaokul ve ilkokullarda fazlaca siyasi kavgalar/huzursuzluklar yaşanmamıştır. Yani 1966 doğumlu bir öğrenci liseye, 1963 doğumlu bir öğrenci ise üniversiteye başladığında anarşik ortam ile karşılaşmamıştır diyebiliriz.

Ben 1962 doğumlu olduğum için, maalesef lise ve üniversite bakımından şansım yaver gitmedi. Haziran 1979’da liseyi bitirdim. Üniversite sınavına girdim. Ankara Ü. Ziraat F. Zootekni Bölümü’nü kazandım. 

Üniversiteyi kazanmama sadece ben değil ailem, akrabalarım ve komşularımız da çok sevinmişti. Gerek babamın gerekse annemin sülalesinden üniversiteyi ilk kazanan ben olduğum için, tüm gözler üstümdeydi.

Ailece fakir değiliz ama varlıklı bir aile de değiliz. Orta direk diyelim. Babam bir devlet kurumunda çalışan ortaokul mezunu bir şoför idi. Annem ise “okumuşluğu” (bizim orada böyle derler) olmayan bir ev hanımı idi. 

Ankara’ya gitmeden önce babam, annem ile bazı komşu ve akrabalar bana sıkı sıkı öğüt verdiler. “Aman ha siyasi olaylara karışma. Ortada dur. Seni çevirip, hangi partiyi tuttuğunu sorarlarsa, ‘Ekmek Partisi’ni tutuyorum’ dersin” gibi bazı yararlı öğütler aldım. 

Ancak Ankara’ya gittiğimde, “Ekmek Partisi’ni tutuyorum” cevabını verdiğinde, hem sağcıların hem solcuların “Ulan, bu kadar parti var. Başımıza bir de Ekmek Partisini mi çıkardın” deyip, yine adam akıllı dövdüklerini birkaç kişiden duyunca, o seçenekten vazgeçtim.

Eylül Ayı’nda üniversiteye başladım. O zaman, 12 Eylül İhtilali’ne daha 1 yıl var. Ama ortalık fena halde karışık. Her gün sağ ve sol kesimden ortalama 30 kişinin öldürüldüğü zamanlar. Bu ölüm haberleri gazetelerde okuduğumuz, televizyonda dinlediğimiz zaman, normal bir günlük haber gibi karşılıyorduk. 

Ziraat Fakültesi de bayağı karışık idi. Okul tek bir siyasi eğilimin elinde değil idi. Öyle olsa, yine nispeten huzur olurdu. Sağcılar ve solcular birbirlerine üstünlük sağlayamadıkları için, olaylar eksik olmuyordu.

Ziraatın bir bölümünde sağcıların sayısı fazla ise, solcuları dövüyorlardı. Bunu duyan solcular da hemen kendi kuvvetli oldukları bir bölümdeki sağcıları dövüyorlardı. Durum artık “arı kovanı” ve “eşek arısı kovanı” durumunun ötesine geçmişti. Sanki bir arıcının 50 kovanın hepsi devrilmiş de, kovanlardaki arılar dışarı fırlamış, ortalıkta cirit atıyor, sokacak adam arıyorlar gibi bir durum vardı.

Okula başlayalı henüz 2 ay olmuştu ki, meydana gelen bir olay neticesinde, kendimi polislerin arasında buldum. Beni karakola götürdüler. Daha akşam hava kararmadan, kendimi Mamak Askeri Cezaevi’nde buldum. Demek ki o günlerde güvenlik güçleri bayağı hızlı çalışıyormuş!…

Adli yönden durumum “gözaltı” idi. Koğuş arkadaşlarımın bana söylediklerine göre, o günkü şartlarda gözaltındaki bir siyasi kişi ilk duruşmaya 14 günlükken çıkarmış. Tutuklanmazsan, ne ala! Hürgeneralsin. Eğer tutuklanırsan, ilk duruşmaya içeri girdikten itibaren 90. Gün civarında çıkar ve yargılama başlarmış.

14. gün ilk mahkemeye çıktım. Mahkeme salonundan çıkarken artık bir “tutuklu” idim. Kendimi psikolojik olarak içeride en az 3 ay yatmaya hazırlamaya başladım. O arada 1979-80 kış aylarında Ankara’da öyle bir soğuk var ki, termometreler -27’leri falan gösteriyor. 

Yattığımız koğuş, upuzun bir salon. Koğuşa girince salonun ilk 10 metrelik kısmında uzun yemek masaları var. Orada kahvaltı ve yemeklerimizi yiyoruz. Masalardan sonra sağlı, sollu 2 katlı ranzalar var.  Ancak yerden tasarruf için, ranzaların arasında boşluk yok, birbirine bitişik. Yataklara ranzanın ayakucundan ulaşıyoruz. 

Sağ tarafta yan yana yaklaşık 25 adet iki katlı ranza var, yani 50 adet yatak. Sol tarafta da bir o kadar. Etti 100 kişi. Ancak birkaç kişi hariç, yataklarda ikişer ikişer, sırt sırta vererek yatıyorduk. Koğuşta yaklaşık 200 kişi vardı. Tek yatanlar ise “koğuş ağası” gibi kişilerdi

Bir yatakta çift kişi” ile cezaevi komutanı yerden tasarruf ediyordu. Bu durum bizim açımızdan da önemli bir fayda sağlıyordu. Şöyle; sırt sırta yatınca, birbirimizin vücut sıcaklığından faydalanıyor ve fazla üşümüyorduk. Çünkü koğuşta, yemek masaları ile ranzaların ortasında bir adet soba vardı, ısınmamız sadece bu sobada yanan odun ve kömür ile idi. 

Ben, adı Rıza, lakabı yüzü bir ihtiyar gibi buruşuk olduğu için “maymun” takılmış “Maymun Rıza” ile yatıyordum.

Koğuş binasının dışında, binadan yaklaşık 50 metre kadar uzaklıkta bir yerde, “ziyaretçi görüşme bölmesi” vardı. Tavuk kümesi gibi, 4 tarafı kalın tel örgü ile çevrili. Üstü tamamen açık. İkiye bölmüşler. Bölmenin koğuş tarafından biz giriyoruz, diğer yandan ziyaretçi giriyor. 

İki bölmenin arasında çift sıra tel örgü var. 2 sıra tel örgünün birbirine mesafesi yaklaşık yarım metre. Yani ziyaretçine parmağınla bile olsa temas edemiyorsun, nefesini hissedemiyorsun. Tek sıra tel örgü ile ayırmış olsalar, gelen yakın akraban falan ise, hiç değilse birbirimizin parmaklarına falan dokunuruz.

 Cezaevinde yatanları ancak soyadı aynı olan akrabaları ziyaret edebiliyordu. Ben 14. gün tutuklandıktan sonra, bir gün koğuşta adım anons edildi. “Orhan Yılmaz, ziyaretçin var” 

Ziyaretçi beklemiyordum, şaşırdım. Çünkü Ankara’da soyadı Yılmaz olan ne akrabam, ne de arkadaşım vardı. Baktım fakülteden Yılmaz Tanyel adındaki arkadaşım gelmiş. 

Yahu nasıl gelebildin buraya, senin soyadın Yılmaz değil ki” dedim. Yılmaz güldü ve “Yahu sorma, fakültenin öğrenci işlerindeki memurlar benim okul kimliğini hazırlarken, soyadım ile adımı yer değiştirmişler. Kimlikte ‘Tanyel Yılmaz’ yazıyor. Arkadaşlarla seni konuşurken, bunu kullanalım dedik ve ‘ben senin bir akrabanmışım’ gibi geldim” dedi.

Yılmaz ile biraz lafladık ve gitti. Ben yine günlük rutin askeri cezaevi yaşamına döndüm. Aradan bir iki hafta falan geçmişti. Adım yine anons edildi, ziyaretçimin geldiği şekliden. Ben yine “Yılmaz geldi” diye sevindim. 

Üniversitede ben kıyafet olarak hep altıma kot pantolon, üstüme de eskiden çok yaygın olarak giyilen ve siviller için yapılmış olandan “yeşil asker parkası” giyerdim. Bu şekil kıyafeti tercih etme nedenim, pratik olmasıydı. Her ikisini de uzun süre yıkamasam oluyordu ve ikisi de ütü istemiyordu. Tam tembel işi. Bekâr bir öğrenci olarak işimize geliyordu. 

Ayağımda kot pantolon, üstümde asker parkası var. Parkanın başlığını, -20’lerdeki soğuktan korunmak için başıma çektim. Ellerim de asker parkasının cebinde. Koğuştan dışarı çıktım ve tel örgülü görüşme alanına doğru yürümeye başladım. 

Zeminde kar-buz karışımından meydana gelen oldukça kaygan bir tabaka vardı. Kayıp, düşmemek için sürekli adımlarımı attığım yere bakarak, başım önümde ağır adımlarla görüş alanına vardım. Ziyaretçinin olduğu yere varınca, durdum. Durunca Yılmaz ile konuşabilmek için kafamı ancak o zaman yukarı kaldırabildim. 

Ancak karşımda Yılmaz yoktu, karşımdaki “babam” idi!… Yerin dibine geçtim. Babamı karşımda gördüğüm anda o kadar utandım ki, kelimelerle ifade edemem. Hayatımda o kadar çok utandığım başka bir an hatırlamıyorum. Niye mi?

Duyunca üzülmesinler” diye, ben askeri cezaevine girdiğimi Zile’deki aileme falan haber vermemiştim. Nasıl oldu ise, ailem haber almış. Sevgili babam da beni ziyarete gelmiş. Annemin ve babamın tüm sülalesinin büyük bir sevinçle “Üniversitede okuyacak, adam olacak” dedikleri Orhan, maalesef amfide ders dinlemek yerine, cezaevinde idi. En başta, ortaokul mezunu bir şoför olarak evini geçindirmeye ve 4 çocuğunu büyük bir gayretle okutmaya çalışan babamı üzmüştüm. 

Neyse.

Köy kökenli olduğumuz için, uzun yıllardır şehirde yaşamasına rağmen, babam tam olarak bazı köy veya taşra adetlerinden kurtulamamış idi. Ben çocukluğumdan beri hiper aktif (eskiden ‘g….. kurt kaçmış’ denirdi), haşarı ve çevreye zarar verme konusunda oldukça yetenekli biri olduğum için, babam ve annemin canını çok yakmıştım. Belki bunun da etkisi vardır, babam benimle genelde ciddi bir yüz ifadesiyle ve resmi konuşurdu.

Örneğin babam bana hitap ederken eğer uzağında isem sertçe “Orhan” diye seslenirdi. Ama yakınında isem genellikle bana “İt oğlu it” ya da “Eşşek oğlu eşşek” diye hitap ederdi. “İt oğlu it, bakkala gidip ekmek al” ya da “Eşşek oğlu eşşek, yan odadan şunu getir” gibi.  Hiç “oğlum” diye hitap etmezdi. Bana hitap tarzı böyle idi.

Ancak bu “İt oğlu it” ya da “Eşşek oğlu eşşek” hitabını bir hakaret ya da azarlama niyetiyle söylediğini algılamazdım. “İt oğlu it” ve “Eşşek oğlu eşşek” kelimelerinde yine de bir sevgi ve şefkat gizli idi. Veya babam sevgisini “İt oğlu it” ya da “Eşşek oğlu eşşek” diyerek gösteriyordu. Ben babamın bu hitap tarzını böyle iyi niyetli algılardım. Babamı da çok sevdiğim için hiç alınganlık göstermezdim.

Ziyaretçi görüş yerinde babamı görünce çok utandığımı söylemiştim. Büyük bir suçluluk duygusu içindeydim. Ancak babam o anda bana “Geçmiş olsun oğlum” dedi. Bana uzun yıllardan sonra ilk defa “oğlum” diye hitap edince, cezaevinde olduğumu falan unuttum. Sevinçten havalara uçtum. 

Babamı teselli etmek için, “Baba, merak etmem, içeride çok fazla kalmam, çıkarım” dedim. Bana “Zile Diyalektiği” ile  “Çıkarsın aha, gözle” dedi. Babamın o günkü düşüncesine göre Mamak Askeri Cezaevi, günümüzdeki Guantanamo veya Alcatraz Cezaevi gibi bir yerdi. Giriş var, çıkış yok. Biraz sohbetten sonra, babamı o soğuk kış ayazında daha fazla üşütmemek için yolcu ettim ve tekrar koğuşuma döndüm.  

İçeride ilk duruşmaya çıkacağım 90. günü beklerken, aniden 42. gün “Yarın duruşmaya çıkacağım” bildirildi. 43. gün duruşmaya çıktım. Beni uzun zamandır tanıyanlar, gençliğimde yakışıklı olduğumu söylerler. Duruşmada da oldukça masum ve üzgün bir yüz ifadesi takındım ki, zaten öyleydim. Verdiğim ifade ile askeri hakim (rütbesine dikkat etmedim) Ethem Conka tahliyeme karar verdi. Koğuşta herkes bu 43. gün mahkemeye çıkma olayına şaşırdı. Bu konuda bir ilk olmuş.

O günkü şartlarda, mahkeme tahliye kararı verirse, evrak işlemlerinden dolayı ertesi günü serbest bırakıyorlarmış. Böylece 44. gün Mamak Askeri Cezaevi’nden tahliye oldum. Daha sonra dava dosyam sivil mahkemeye devredildi. Burada bana isnat eden suçlamadan beraat ettim. Beni iyi tanımayan, konuyu yüzeysel bilen fakat hakkımda konuşan bazı kişilerin, “Lan oğlum, adam Mamak Askeri Cezaevinde yatmış, uzak dur” dediği birkaç kez kulağıma geldi. 

Sözlerimi burada noktalarken şunu da anti parantez çıtlatayım. Bana “44 gün Mamak Askeri Cezaevi’nde mi yoksa 44 ay bir sivil cezaevinde mi yatmayı tercih edersin?” diye bir soru sorulsa, hiç düşünmeden sivil cezaevini tercih ederim. Askeri cezaevi ile kıyaslandığında sivil cezaevi “Muğla’da her şey dâhil 5 yıldızlı otel gibi” kalır.

Merak edenler olabilir, normaldir, onlar için bir not: Teşbihte hata olmaz “eşeğin aklına karpuz kabuğu düşmüş” olabilir. ABD’de çekilmiş cezaevi film sahnelerini çok seyredenler için not düşeyim, Mamak Cezaevinde benim başıma herhangi gibi bir “kestaneyi çizdirme olayı” gelmedi.

Önceki İçerikBeşiktaş 1 puanla veda etti..
Sonraki İçerikİki miting tek ortak vurgu: Az Kaldı
1962, Etimesgut doğumlu. Tokat’ın Zile İlçesi’nden Atatürkçü, milliyetçi, zooteknist, SP seveni, Alevî dostu, evcil hayvanların fahri avukatı, feminist ve motosikletçi bir köylü çocuğudur. 1984 yılında Ankara Ziraat F., Zootekni B.’nü bitirdi. 1997'de Birleşik Krallık, U. of Aberdeen’de yüksek lisans, 2007'de Ankara Ü., Fen Bil. Enst. (Zootekni B.)’nde doktora çalışmasını tamamladı. Mesleği ziraat dışında, Çerkez Kültürü ve Alevilik gibi sosyal alanlarda da amatörce akademik çalışmalar yapmaktadır. Kitap okumak ve motosiklet kullanmak özel ilgi alanlarıdır. “Hayvanları sevmeyen, insanları da sevmez” görüşünü savunan, hararetli bir hayvan sever ve hayvan hakları savunucusudur.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz