Bireyler olarak sohbet edebileceğimiz Yarın’larda görüşünceye kadar… 

0

Engelliye “Sen engelli misin?” ya da  “Yüzden kaç?” diye sormanın, hatta “Sana iş vermişiz, daha ne istiyorsun?” demenin normalleştirilmeyeceği bir zamana kadar hoşçakalın demeye hazırlanıyorum, bu yazım ile…

Sayın Genel Yayın Yönetmenimiz Sinan Bey’in açık görüşlülüğü sayesinde bu derece geniş yelpazede insanlara görüşlerini sunma şansı veren bir medyada yer alabilmenin ne kadar da büyük bir şans olduğunu bildiğim için, kendisine teşekkür ederek bu sona, tabii ki de yeni bir başlangıca adım atmak istedim bugün… 

Yoksa, bu yazımda sadece konuşan, diğerinin/ ötekinin ağzından çıkan sözlere hiçbir önem göstermeyen, saygı duymak yerine tolere ettiğini belirten egosu şişmiş toplulukların varlığına son kez değinmek gibi bir niyetim hiç yoktur, bilesiniz! 

Bir toplum içinde beraber yaşamak gibi bir niyetinin olmadığını her daim gözümüze sokan insanların çokluğundan bahsetmek ne işe yarar, onu da bilemedim doğrusu… Her an seni düşman görüp başını ezmek için fırsat kollayacak insanlarla nasıl yola devam edileceğinden kuşku duymaktayım! Gerçi doğruları söyleyince de ittifakı bozup otokratın değirmenine su taşıyorum diye suçlanacağım ama, neyse!

“Eti senin, kemiği benim!” diyerek toplumun her kademesinin ezmesine izin verdiğiniz çocukların nasıl da narsisleştiğini görmek hiç şaşırtıcı değil desem mesela, dinleyen olur mu acaba?

Hayatında aşkı tatmamış, evliliği çocuk yapma kurumu olarak, aileyi büyük perdenin bozulmaması gereken bir parçası olarak görüp onu ululaştırırken değersizleştirenlere seslensem, sesimi duyan olur mu hiç?

Kendi mahallesinden çıkmaması için korkuttuğumuz gençlerin, birey olarak bir değerleri olmadığı fikrini onlara aşılayarak nasıl bir sağlıklı toplum oluşturabileceğinizi düşünüyorsunuz, merak ediyorum doğrusu! Yoksa, ortaya çıkan şizofrenik hayatlardan örülü topluluk, en baştan beri hedefiniz idi de, ben mi fark etmedim!

Farklı olanı durup dinlemek/ anlamaya çalışmak yerine susturan yığınların bir ortak toplum bilincini geliştiremeyeceği, farklı sesleri susturmak için tek çaresinin kaos yaratmak ve savaş çıkartmak olduğunu söylesem kaçımız bir es veririz, ağzımızdan çıkanları tartmak için?

Tek derdinin karşıya attığı yumruğu saymak olan kudretlililerin tek hedeflerinin şahsi çıkar olduğunu söylesem, bu uğurda insanların kendilerini geliştirmesine, huzurlu ve ferah bir hayat yaşamalarına engel olmaya çalıştıklarından bahsetsem, ne değişir hayatlarımızda?

Kimsenin mecbur olmasa rahatını bozup da sonu belirsiz bir maceraya kalkışmayacağını bilen birisi olarak, on binlerce gencin daha zengin bir yaşam için değil, zorunluktan ülkeyi terk ettiği bir ortamda, zengin sofralardan size bakışın “Giderlerse gitsinler!” umursamazlığında olduğunu, yani hiçbir ferdin ulular gözünde değeri olmadığından bahsetmeye kalksam, ağzınızdan nefret harici bir şeyler dökülür mü mesela?

Gözlerinizde ilahlaştırdıklarınızın insan olabileceğinden bahsetmek bile linç sebebi iken, sözde tanrılarınız ile nasıl başa çıkabiliriz bu toplumda? O dillere destan, dinleyenleri göz yaşına boğan “balta ve put tanrılar” meselindeki tanrıların günümüzde neler veya kimler olduğunu düşünme cesareti gösterebilir misiniz hiç?

Neyse ki, bu son yazımda bunların hiç birisine değinmeyeceğim! 

Tarih boyunca etraflarında biriken binleri feda edilebilecek canlılar olarak gören başlarımızın nefretleri sonucu ortaya çıkan savaş/ dışlanma/ aşağılanma sonucu kendilerini hiç tanımadıkları diyarlarda bulup yaşam mücadelesine devam etmeye çalışan mültecilerden bahsetmek isterim, bu son seslenişimde! 

Hani, kiminizin anında göndereceği, diğerlerimizin iki aya varmaz kapı önüne koymaya söz verdiği mültecilerden… 

Hoşunuza gitmedi, değil mi! 

“Onlar bizim din kardeşimiz!” gibi içi boş klişelere girmeden, bir insana nasıl davranılması gerektiğinden dem vurmaya çalışacağım izninizle!

Ya da, boş verin ya! 

Zaten yazımı bu noktaya kadar bile okuma sabrı gösterebilen kaç kişi kaldı ki! 

Siz Netflixte yer alan Yüzücüler adlı sinema filmini izleyin. Suriye’den başlayıp İstanbul üzerinden kaçakçılar aracılığıyla devam eden maceranın nelere evrildiğini gözleriniz ile bir görün de, o hor gördüğünüz, kovalamaya çalıştığınız insanların neleri göze aldıklarını bir düşünün olmazsa!  

Tabii, bir de din kardeşi olmayanların onlara nasıl da insan gibi davrandıklarına şahit olun isterseniz! 

Almanya’da nasıl da destek gördüklerine, insani ihtiyaçları için neler yapıldığına veya toplumun bağımsız bir bireyi olabilmeleri adına “akıl devletinin” nasıl adımlar attığına şahit olun isterseniz! 

Ondan sonra da Cumhurun başına aday olan birisinin polis eliyle onları nasıl kovalayacağını hayal ettiği, hayal ederken de Almanya örneğini verirken insanları nasıl da manipüle etme derdinde olduğuna gözlerinizle şahit olun efendim…

Televizyon dizilerini sadece propaganda amacı ile kullananan bir toplumun- gerçi Hollywood filmleri bir nevi kültür ihracı uzun zamandan beri var, farkındayım- gördüklerine yalan diye bakacağından da hiç şüphem yok, o da ayrı!

Neyse… Uzun lafın kısası, en kötü ihtimalle ülkedeki seçim sonlanana kadar yazı yazmama planım/ kararım, yayın yönetmenimizin benzer kaygılar taşıması ile bir acı gerçeğe dönüverdi efendim…

Sürç-i lisan etmek, damarlarınıza dokunmak için buradaydım ve bu son yazım ile de görevimi yerine getirmiş olmanın huzuru ile şimdilik hoş çakalın diyorum. 

Güzel yarınlarda, bireyler olarak sohbet edebileceğimiz günlerde tekrar buluşabilmek dileğiyle… 

Esen kalınız, sağlıcakla kalınız efendim… 

Önceki İçerikMOLAVER!
Sonraki İçerikVeda ederken
Doğum yeri olan Kuzey Ren Vestfalya’ya (Almanya) doktora sonrası araştırmacı olarak geri döndüğü zaman, Essen Uni Klinik’te yaptığı deneysel çalışmaların hayatının dönüm noktası olacağını bilmiyordu. Eğitim hayatına Ankara’da başlayan ve her zaman bir parçası olmaktan onur duyduğu Hacettepe Tıp Fakültesi’nde devam eden Dr. Altınbaş’ın önüne serilmiş yeni bir dünya vardı artık. İç Hastalıkları ve Gastroenteroloji uzmanı bir kliniysen hekim olarak, Başkentin en yoğun akademik ortamlarında çalışma fırsatı bulan ve yaptığı klinik araştırmalar ile Doçent Doktor ünvanı elde eden Dr. Altınbaş’ın son durağı Harvard Üniversitesi olmuştur. ABD Boston’da geçirdiği iki yılın sonunda, artık yaşayacağı son durağı belirlemiştir. Yeni çalışma ortamı, Yale Üniversitesi’dir. Bilimsel olarak odaklandığı karaciğer hastalıkları oluşum mekanizmaları dışında, yaklaşık 10 yıl boyunca bir Amerikan şirketinde “Gerçek Dünya Verileri” alanında Medikal Danışman/ Direktör olarak görev almıştır (STATinMed Inc.). Ulusal ve uluslararası kongrelerde onlarca sunum yapmış, ülkemizde çalıştığı kurumlarda tıp öğrencisi, iç hastalıkları asistanı ve gastroenteroloji yan dal asistanı eğitimlerinde aktif rol almıştır. İlk yazılarının (Almanca şiir dahil) yayınlandığı, üretmenin zevkini ilk olarak tattığı dergi, Dr. Altınbaş’ın “Şu kısa yaşantımda özlemle andığım ve gençlik yıllarımın geçtiği, olgunlaştığım yer!” dediği, Büyük Kolej okul dergisidir. Üniversite yıllarında başkanlığını da yaptığı Tıp Fakültesi Bilimsel Araştırmalar Topluluğu (HUTBAT) ve kurucular kurulunda yer aldığı Türkçe Topluluğu bünyesinde çıkartılan dergilerde editörlük ve yazarlık yapmıştır. İngilizce ve Türkçe dilinde basılmış 10 adet tıp kitabında bölüm yazarlığı olan Dr. Altınbaş’ın, uluslararası arenada yer alan saygın hakemli dergilerde 100’e yakın bilimsel yazısı yayınlanmıştır. Ulusal ve Uluslararası 20’ye yakın tıp/ bilim dergisinde hakem olarak görev alan Dr. Altınbaş, Kasım 2020’den itibaren Ocak Medya’da medikal ve para-medikal yazılar yazmaktadır. Evli ve iki çocuk babası olan Dr. Akif Altınbaş, İngilizce ve Almanca bilmektedir.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz