Çerkesler/Cezayir/Filistin: Ezberleri Bozmak

2

Türkiye’de işler, ezberler bozulmadan düzelmeyecek. Meşrebimi ailemden, tedrisatımı da genelde sağ siyasetten, siyasetin dine ve muhafazakar kitleye yakın kesimlerinden aldığımı gizleyecek değilim.

Lakin aldığım tedrisat, terbiye bazı ezberleri alaşağı etmek açısından da bana ilham veriyor. Önceki gün Çerkes Sürgününün yıldönümü idi. İstiklal Caddesi’nde, GS Lisesinin önünde, anma töreni vardı.

Çerkeslerin uğradığı zulüm ve eziyetin genelde olmasa da ekseriyette, Türkiye’de kendine ülkücü diyen kesim tarafından sahiplenildiği çok da sır değil. Bu kesim için genelde dünyaya bakış ak ve kara keskinliğindedir. Hele ki, söz konusu hadisenin diğer tarafında Çarlık dönemi de olsa Rusya’nın bulunması bu kesim için basit bir Moskof Zulmü tanımlaması için kifayetlidir.

(Moskof Zulmünü, Büyük Dedemin anısına Nene Hatun sinema filmi ile anlatmaya çalışmıştım. Ki büyük dedem o harpte cenk etmişti. Hatırasına vefa borcumu böyle ödemeye çalıştım./Nene Hatun yapım yılı 2010)

Klasik “Zulüm kuzeyden gelir” klişesinin içini dolduran bu tanımın Rusya’yı ve Rusya’yı 20. yüzyıl boyunca temsil eden SSCB’yi kötülemek için de önemli bir gerekçe olduğu kuşkusuz. Daha önce de satırlarımda ifade etmiştim: Soğuk Savaş ABD stratejisinin anti komünist kampında; Rusya=SSCB=Komünizm=Sosyalizm=Sol denklemi ile bu kabil anmalar özellikle Türk sağ siyasetinde önemli propaganda makinelerini işletmiştir.

Oysa Karl Marx Çerkes Sürgünü için gerçekte şunları yazmıştır: “Ey dünya, ey insanlık! Bağımsızlığın anlamını Kafkas dağlarından öğrenin! Özgür yaşamak isteyenlerin nelere muktedir olduğunu görün. Uluslar onlardan ders alsın!”

Sosyalizmin fikir babası Çerkesler için ve onların acılarına duyduğu empatiyi bu sözcüklerle ifade etmiştir. Bugün Türk Milliyetçileri için Marx’ı savunmak ya da görüşlerine empati duymak ne kadar mümkün?

Ama kuşkusuz bu, aslında, bu kesimin tüm formasyonunu fiiliyatta Soğuk Savaş Amerikan kumpanyasından almasından kaynaklanan tarihsel bilinç yoksunluğundan başka bir gerekçeye dayanmamaktadır.

1864 Çerkes Sürgünü’nden 2018 Filistin acılarına geldiğimizde de bu defa yine aynı ezberle hedefini şaşırmış bilinçle yüzyüze geliyoruz. Filistin davasını bir Halk Kurtuluş Hareketi olarak algılayan Türk Solu daha 1970’lerin başında efsane lider Yaser Arafat’ın Filistin Kurtuluş Örgütüne biat etmişti. Darağacında 27 yaşında kalan Deniz Gezmiş de, sonradan “Yetmez ama Evetçi” olan Cengiz Çandar da bu sürecin en iyi hatırlanan üyeleri.

O dönemde vatan hainliği ile suçlanan ve özellikle bugün Filistin davasını savunmada şampiyonluğu kimseye bırakmayan başta AKP kadroları olmak üzere pek çok kesimin ise o dönemde bırakın FKÖ ile beraber olmayı, tam tersi biçimde ABD çıkarlarının gerektirdiği anti komünist örgütlenmeleri doldurduğu hiç de sır değil. Fetullah Gülen de dahil olmak üzere Siyasal İslama gönül vermiş pek çok isim kariyerine ABD anti komünist planının parçası olduğu gün gibi aşikar yapılarda başlamıştır.

Bu yapılar ise Filistin davasına ilgilerini ancak aradan geçen 40 yıllık süreden sonra göstermeye başlamıştır. Anti-Siyonist söylemler her zaman revaçta olmuş, ancak hiçbir zaman Filistin davasının asli takipçisi olan FKÖ ile birliktelik ve buna uygun bilinç oluşmamıştır.

Konuya dair üçüncü örnek Cezayir Bağımsızlık Savaşı’dır. 4 gün sonra senesini idrak edeceğimiz 27 Mayıs İhtilali ile devrilen Adnan Menderes’in Türk sağındaki yeri herkesin malumu. Oysa ki Menderes iktidarı döneminde Dışişleri Bakanı olan Fatin Rüştü Zorlu, Cezayir ile Fransa arasındaki ihtilafta Fransa tarafında yer almaktan kaçınmamıştır. Yine soğuk savaş dönemi taraflılığı ile alakalı olan bu yaklaşım yıllar sonra Cezayir’den bakan düzeyinde sembolik de olsa özür dilenmesi ile hatırlanmaktadır.

(Seneler önce Cezayir’e yaptığım ziyarette, Makam-ı Şehidin (Şehitler Mezarlığı) Müzesini gezdiren mütercim, bana bu gerçeği hatırlatmıştı.)

Türkiye’de her zaman Sağ, Milliyetçi ve İslamcı söylemlerle öne çıkarılan Menderes ve dönemi Müslüman bir ülkeye karşı süren eşitsiz bir savaşta dolaysız olarak ezen karşı tarafın yanında yer almıştır. Bu yaklaşım tabii ki Müslümanlığa değil o dönem koşullarında Soğuk Savaş kampında duruşa uygun bir yaklaşımdı. Bunu anımsamayan ya da anımsayamayan zihinler bugün sıkça Menderes üzerinden gündelik siyasete ayar vermektedir. Oysa madalyonun bu yüzü hiç de savunulmayacak bir yaklaşımı işaret etmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti’ni 1923’te kuran ve 1950’ye kadar idare eden CHP’yi ve onun daha sonra dönüştüğü sol anlayışı ülkeyi ve halkı anlamamakla suçlamak hemen hemen bu ülkede en temel siyasal analiz olarak geçer akçedir. CHP (=Sol) halkı anlamamaktadır, değerlere yabancıdır. 1950’den beri ülkemizi neredeyse aralıksız yöneten Sağ gelenek halkı en iyi anladığı için bu imtiyaza ulaşmaktadır.

Yukarıda sıraladığımız örneklere bakıldığında aslında ak sanılanın kara, karanınsa beyaz olduğu durumlar hiç de az değildir.

Türkiye’de değerler 1945’den 1991’e kadar süren Soğuk Savaş döneminde alt üst olmuştur. Aslında ABD anti-Komünizm propaganda makinesinin yarattığı sanal bir Komünizm korkusu ile Filistin’i, Cezayir’i umursamayan bir iktidar anlayışı kendini tam tersi konumda gösterebilmiştir. Çerkes sürgününün aslında bir azınlığın yok edilmesi olduğunu ifade eden Marx, hiç bir zaman muteber görülmemiştir.

Zaman içinde benzer acıları yaşayan ne Ermenilere ne Süryanilere ne Yahudilere ne de Kürtlere empati duyabilme yeteneği bizde gelişmiştir. Türkiye duyu organları körelmiş bir geniş kitlenin retorik çuvalı içinde yuvarlanagelmiştir.

Ezberleri ve ezberlerini bozabilen herkes, Türkiye’yi, sadece doğruları arayan ve doğruları nerede olsa bulan insanlarla, bu yuvarlandığı noktadan çıkaracaktır.

2 YORUMLAR

  1. Çerkeslerde müslümanların kendilerine ortadoğu çoğrafysında kucak açmalarına vefalarını , siyonistleri bile geride bırakacak bir çalışma ile britanyadaki akrabalarının islama karşı her emeline kusursuz hizmet ederek gösterdiler gösteriyorlar…

  2. Güzel bir konuya değinmişsiniz. Ama bu sadece Türk ya da Türkiye’nin değil bütün İslam coğrafyasının problemi. Çünkü İslam coğrafyasında düzenli bir eğitim sistemi hala verilememektedir. Siyasi irade halkın hep kendine itaat etmesini hatalarını ve yanlışlarını görmemesini istemekte, görse de tepkisiz kalmasını emretmektedir. “Ulul Emre itaat” ya da “İmam masumdur” düşüncesi bunun en bariz kanıtıdır. Tarikatlarda müritler hep kendini Şeyh efendiye kayıtsız şartsız bu yüzden teslim ermiyor mu? Saygılarımla.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz