Eğlenceli Bir Pazar Yazısı: Evrim varsa onun en büyük ispatı benim

11

Geçtiğimiz günlerde bir dost meclisinde “Evrim” üzerine hummalı bir tartışma içindeydik. “Var mıdır yok mudur?” , “Teori midir yoksa ispatlanmış bir tez mi?” , “Yalan ya da Bilim” derken bir ara sohbetten koptum. Henüz daha erken saatler olduğu için tam sarhoş değildim ama düşünmeye başladım. Evet, Evrim vardı ve bunun en büyük ispatı bendim!

Her geçen gün, hafta, ay ve yıl resmen bir “Evrim” geçiriyor ve arkamda kalanlara gülerek – alaycı gözlerle bakıyordum. Geçen birkaç yıl önce yazdığım yazılara bile bakınca; “Ben bunu neden yazdım yahu?” derken on yıl – yirmi yıl öncesine bakmaya cesaret edemiyordum. Ama yaşanmıştı. Ve bugün bambaşka yaşanıyordu…

Evrim sadece biyolojik olarak ilerlemiyordu muhakkak ki. Psikolojik – sosyolojik – kişisel olarakta vardı ve herkese nüfus ediyordu. Bazıları buna “olgunlaşmak” diyor ama bence bu laf ebeliğinden başka bir şey değildi. Bu düpedüz “Evrim”di. 

20’li yaşlarıma dönüp bakıyorum… “Keşke bakmaz olaydım.” diyorum ama inkâr edemem. Biyolojik olarak “%0’a yakın Yağ Oranıyla” streetball turnuvalarında potaya çift el smaç basan, filenin üstüne sıçrayıp blok yapan hatta bir yerden bir yere yürüyerek gitmesi gerekirken koşan bir Serkan vardı. Kafasını suya soktu mu Sakız adasından çıkardı. Hardrock – Trush dinler, akşam 19:00’a cluba girdiğinde sabah 07:00’de çıkıp mesaiye giderdi. Birlikte olduğu kadınlarla sabah yataktayken çırılçıplak tanışırdı. O ana kadar o kadınların isimleri, fikirleri, düşünceleri, değerleri ya da erdemleri zerre umurunda değildi. Görsel olarak ona hitap ediyorsa, iyi ve iddialı bir güzelliği, saygın bir giyim tarzı, bakımlı ve seksi ise o iş tamamdı. Abilerimiz o günlerde; “Yaşınız ilerleyince ruh güzelliği ararsınız” dediklerinde “Aman be Abi! Ruhlar âleminde mi yaşıyoruz” diye ağız dolusu kahkaha ile cevap verirdi. Nerede kandili üfledi, orada kalkar sabah altıda hiçbir şey olmamış gibi devam ederdi. 

Çok katı “Devletçiydi” Devletin verdiği kalemle bahis kuponu dahi doldurmazdı. “Ya Devlet başa ya kuzgun leşe” der, birçok şeyden çok önde tutardı “Devlet” kavramını. “Bizlerin en büyük sorunu; ideolojik olarak bize gösterilen şiddet ve öfkeye aynı dozajda cevap veremememiz. Senin bahçenden fidanını sökenin ormanını yakacaksın! Bu kadar basit!”derdi. Siyaset tartışmalarında konunun bir yerinde mutlaka çirkinleşir ve işi hakarete – şiddete dökerdi. Fikrini – düşüncesini – ideolojisini asla saklamaz, gizlemez, gereken yerde gerektiğinin çok üstünde “bağıra bağıra” söylerdi.

En yakın arkadaşına seslenip; “Ben bu hafta hiç kimseyi dövmedim değil mi?” der “Hayır” cevabını aldığında kendini sokaklara atardı. (Zaman zaman dayak yediği de çok oldu. Aramızda kalsın)

Das Kapital’ı okumaya kalktığında; “Lan ne diyor bu hımbıl? Hiçbir b*k anlamadım!” deyip alıp bir yere fırlatıp dönemin meşhur magazin mecmuaları FHM; Esquire gibi dergileri alıp uzanırdı yatağına. 

Fenerbahçe için cinayet işlemeye hazır, birkaç kere buna yeltenmiş ama neyse ki başarılı olamamıştı. Yaptığı kavgalar, tribün üzerinden, 6 metre yükseklikten, rakip takım taraftarının üzerine atlamalar hatta İzmir’in Sarı – Kırmızının hâkim olduğu bir semtinde, Kırmızı – Yeşil bir takımın sloganını atmalara kadar… Maksat, eğlence olsun… Tek amacı buydu. 

O dönemlerde Serkan Yıldız’ı uzaktan uyuşturucu bir iğne atan tüfekle sakinleştirmek bile yetmezdi holiganlık düzeyinde. Belki üzerine çelikten yapılmış bir ağ iş görebilirdi. 

Diğer yandan, bu kadar tezat içinde Cuma namazlarına gider, imkânları oldukça orucunu tutar, “Allah’tan kork” diye uyarırdı çevresini. 

Ah benim deli dolu 20 yaşlarım…

30’larıma geldiğimde mecbur kalmadıkça “koşmanın” ve “deli gibi yüzmenin” gereksiz bir şey olduğuna ikna ettim kendimi. Gerekte yoktu durduk yere dalağı şişirmeye, bünyeyi zorlamaya. Yürüyerekte pek tabii istenilen yere ulaşılabiliyordu. 

Basketbol ve voleybol maçlarını kenardan izlemeye başladım. Arada bir top gelirse yalanda bir iki zıplıyordum işte. 

Jazz müzik diye bir şeyi keşfettim. Müthişti. Melodiler, solistlerin sesleri, enstrümanlar… Üflemeli bakır müzik aletlerine merak saldım. Kurslara gittim, denedim. Ezbere de olsa çalıyordum bir şeyler. Neden daha önce dinlemediğime dert yandım. 

Das Kapitali bitirmiştim. Kenarına notlar almış ve saygıyla bahseder olmuştum Marx’tan. “Yüzyıllar önce bunları nasıl görmüş?” diyordum. “Artık Değer” üzerine seminer verebilirdim. 

Kur’an-ı okudum. Meal’inden hiçbir şey anladım. Kelam’a, Tefsire girdim. Tanrıyı aradım… Aradım… Aradım… Sonra antropoloji, biyoloji, anatomi, Big Bang, dünyanın oluşumu, uzayın genişlemesi ve Dünya düzenine baktığımda şunu gördüm; “Kesinlikle Tanrı diye bir şey yoktur…”

Marx bambaşka pencereler açtı, Engels’den ve diğer yabancı fikir insanlarından başladım, Hikmet Kıvılcımlı – Behice Boran – Mehmet Ali Aybar derken; “Komünist” bir insan oldum çıktım. 

Şiddetin bir çözüm olmadığını, senin zekânın – donanımının ancak karşındakinin seni anlayabildiği kadar olduğunu fark ettim. 

Evrim devam ediyordu. Durmuyordu hergele. 

Artık kadınların isimlerini şık bir akşam yemeğinde öğreniyor ve “Ya ne bileyim, biraz da uyum olmalı sanki… Fikir ve düşünsel olarak paralellik çok önemli…” demeye başlamıştım. Saçının ne renk olduğu, vücut ölçüleri, ojeleri, kıyafetleri birden önemsiz oldu. 

Jazz barlara takılmaya ve söylediklerini karşındakinin duyabileceği volümde müzikler olan yerleri seçtim. 

Artık Fenerbahçe yenilince rakip takım taraftarının üstüne, silahımı çıkartıp ateş etmiyordum sadece bilindik – iğrenç ve üçüncü sınıf küfürler ediyordum. Bu da adli bir işleme maruz bırakmıyordu beni. “Meskun Mahalde Silah Kullanmanın cezasını” öğrenmiştim çünkü. Gariban Beşiktaşlıların üstüne 25 yaşımda bir maç çıkışında bir şarjör dolusu mermi boşaltmıştım… “Kaza kurşunu birine denk gelseydi… Ah ki ne ah! Hala hapiste olurdum muhtemelen! Bu nasıl bir çılgınlık” diyordum o günleri hatırladığımda. Neyse ki 30’lu yaşlarımda sadece küfür ediyor, alaya alıyor ve öfkenin dozu artarsa belki birkaç itiş – kakış yaşanıyor sonra yatışıyordu ortalık. 

Kilo alıyordum. Ve önüne geçemiyordum. Evimde, evimin mutfağında daha fazla zaman geçirmeye başlamıştım. Akdeniz mutfağında iddialaşmış hatta dönemim popüler yarışması “Yemekteyiz”e bile başvurmuş ama ilgi çekici bir hikâyem olmadığı (Reyting toplayacak) için mülakatta elenmiştim. 

İddialı bir gardırop yerine iddialı bir kütüphaneye yatırmaya başlamıştım maaşımı. Ki 20’li yaşlarımda maaşımın yarısını sadece bir kazağa veren beni düşününce oldukça ciddi bir evrilmeydi bu. 

Hatta doğru insanı bulduğumu düşünüp evlendim bile. Üstelik tüm ritüelleri uygulayarak. Öyle marjinal çılgınlıklara girmeden. Kız isteme, kına gecesi, düğün, imam nikâhı bile yaptık. Eşim istemişti ama sorun çıkarmadım. “O senin inancınsa tabii ki bunu seve seve yaparım” dedim. Hoca bir sürü abuk sabuk soru sordu ama hepsine “He He” deyip geçirmiştim. İddialı olmak istemem ama imam nikâhından önce Ahzab suresi 37’nci ayet üzerinden hocayla baya bir tartışmış, babamın ve kayınpederin sık sık uyarması sonunda, en sonunda hoca sıkılmış; “Hadi nikâhımızı yapalım daha birçok işim var” diyerek kendini sıyırmıştı.  1 yıl sürmedi, anlaşmalı boşandık. Eski eşim hakkında tek kötü kelime edemem, muhteşem bir insandı ama ben pek o kadar “muhteşem” değildim sanırım. 

Evrim devam ediyordu. Acımasızca. Ve aynı acımasızlık zamanında ruhuna işlemişti. Birden 40’lı yaşlarıma geldim. 

Sanki daha dün, yeni mezun olmuş “pırıl pırıl” geziyordum ama çoktan emekli olmuştum. Kaygılar başladı önce. Ekonomik kaygılar. Faturalar. Yahu ne dertli şeymiş… Neyse ki “Otomatik Ödeme” diye bir şey bulmuş insanoğlu. 

20’li yaşlarımda faturalarımı ödemek için banka sırası beklemek zulüm geldiği için kaç gece karanlıkta içip – eğlenmiştik. Oysa şimdi takvimleri işaretler olmuştum. “Elektrik Faturasının son günü” diye alarm bile kurdum telefonuma. Emekli olduk ama daha maaşa geçmemiştim EYT’ye takılmıştım. Para lazımdı. Hem de çok lazımdı. Neyse ki “Danışman” sıfatıyla özel sektörde kendime bir yer buldum. Çorba kaynıyordu. 

Ama hayatta devam ediyordu. 

Kütüphanem hala doluyordu. Ara vermemiştim. Ama “kılık – kıyafet” konusunda ciddi bir evrim geçirmiş ve yılda bir kez AVM’ye gidip, aynı renk – aynı model ve aynı marka bir sürü t-shirt alıp çıkar olmuştum. İnsanoğlunun örtünmesi için ve bir tek markanın sadece adı var diye o kadar para dökmenin lüzumsuzluğunu fark ettim. 

Bu bulaşıcı bir hastalık gibi yayıldı hayatıma. “Lüks – Burjuva” konusunda hassaslaştım. Temel ihtiyaçlar giderildiği zaman geriye kalanlar, gereksiz bir harcamaydı. 

Klasik Müziği bir abimin tavsiyesi ile dinledim. Of! O nasıl güzel bir şeydi!? Sanki müzik dinlemiyorsun da biri gelip kulağına dünyanın en güzel diliyle şiirler okuyordu.

Dostlarla oturulan ve yürek birlikteliği yapabildiğin sofralara geçtim. Ev – Meyhane – bir derenin yanı… Neresi olursa olsun, bulunduğun mekân, menüde yazanlar hatta çalan müziğin hiçbir öneminin olmadığını, önemli olanın karşında ki insanlar olduğunu fark ettim. “Dost ile içilen sirke bal, dostsuz içilen bal sirke” demeye başladım. 

Devlet’in lüzumsuz bir şey olduğuna kanaat ettim. “Bu büyük insanlık bir gün sosyal evrimini tamamladığında, Devlete ihtiyaç duymayacak ve onunda fişini çekecek” diyordum. Nerede 20’li yaşlarında “Devlet için” kan akıtan Serkan, nerede şimdi ki Serkan… Sadece ben değil beni yakından tanıyan dostlarım bile şaşıyordu. Kızanlar oluyordu. 

Ama evrim böyle bir şeydi işte. 

Aşkı bir “cinsiyet” meselesinden çıkardım. “Bir kadına aşk, bir erkeğe aşk, bir fikre aşk, bir duyguya aşk, kitaba, yazara, hayale hatta bir çiçeğe aşk, bir hayvana aşk (ki şuan âşık olduğum bir Maltese Terrier cinsi sevgilim var ismi de “Mitchell”)” olarak sonuçlandırdım.” Aşkın cinsiyetlerin çok üstünde olduğunu gördüm. 

Cinsellik? Evet… İnkâr edemem. Ama artık dünyanın merkezinde değildi. Olmasa da “insan kendi başına” bunun bir çaresini bulabiliyor ve inanın bana (bu tavsiyem genç arkadaşlaradır) çok abartılmış bir şeydi. 40 dakikalık mutluluk için günlerce – haftalarca hatta aylarca eziyet çekmek hiç mantıklı değildi. Burada o yolları koşarak geçmiş ve arkasında bırakmış biri yazıyor bunları, ciddiye alsanız iyi olur. Biyolojik olarak, hormonlar sizi esir alabilir ama çözümü de bir o kadar basit. O hormonların etkisindeyken insan devasa ve geri dönüşü olmayan hatalar yapabiliyor. 

Diğer yandan, ideolojimi ve fikirlerimi saklamayı öğrendim, “Her doğru her yerde söylenmez” mottosunu destur edindim. Otoriteyle sorunlarımı çözdüm ve astlarımla iyi olmaktansa üstlerimle sorun yaşamamayı gördüm. 

Ve susuyordum. Artık ne basketbolu ne voleybolu ne kenardan izliyordum ne de TV’den… 

Fenerbahçe Kombine kartım var(dı) gidip arada bir locamda viskimi alıp, ikram edilirse bir puro yakıp, ışıl ışıl izliyordum maçımı ve efendice çıkıp evime dönüyordum. Çağırdıklarında da gidip oyumu kullanıp geliyordum kongre üyesi olarak. Kavga eden gençleri gördüğümde üzülüyordum. “Gerek yok” diyordum. “Hepimiz seviyoruz…”

Futbolu seviyordum, kültürünü, tarihini… Her takımı seviyordum, bazıları tabii ki hariç… 40 değil 80 yaşıma gelsem bile sevmeyeceğim takımlar var muhakkak. Genelde isimleri “G” ile başlıyor… 

Endüstriyel futbol karşıtı, futbolun; tribünler olmazsa, 22 adamın deli gibi bir topun arkasından koşacak olmasını düşünüyordum. Biz varız diye özel bu spor… Biz olmasak? Bir hiç… O zaman asıl saygı; formaya, forma arkasında yazan isime değil tribünlere olması gerekir diye düşünüyordum. Ve tribün kültürü olan her takımı seviyordum… İsmi “G” ile başlayanlar hariç… 

Her ülkede bir takım tutuyordum… İtalya’da Livornoİngiltere; LiverpoolFransa’da St. EtienneAlmanya’da,St. PauliTürkiye’de Fenerbahçe dışında Adana Demirsporİspanya’da Rayo Vallecano –  Deportivo, Boca Juniors, Yunanistan’da PAO, İsrail’de Hapoel… 

Ve hepsini de takip ediyorddum. Hepsini de seviyorum ama adım atmak nasip olmasın ki hiçbiri için ne kavga ederim, ne kan akıtırım ne de emek harcarım… 

İşte gördüğünüz gibi… Nereden nereye… Nelerle başladık, nelerle bitirdik. Nelerle meydan okuduk, nelerle “Eyvallah, siz büyüksünüz” dedik. Neler düşündük, şimdi neler düşünüyoruz… Bu bir evrim değilse nedir? 

40’lı yaşlarımda böyleyim… Ya 50’li? 60? 70… 80… O kadar da yaşamayayım mümkünse… Sürüden kovulan yaşlı ve işlevsiz Aslan olmak gururuma dokunur… Bu yüzden vakti geldiğinde, ki bu 70’i bulmasın, genç bir aslan gelsin ve beni parça parça etsin… Zaten gücüm yetmez ama yetecek gibi olursa bile duruveririm. En azından, “Savaşarak öldü, gücü yetmedi” derler. “Çişini tutamadığı için gönderdik” demezler… “Savaşçı olarak başladı, savaştı ve kaybetti”denmesi “Artık onu idare ediyoruz ne yapalım?” denmesinden daha onurlucadır benim için… Şunu da eklemek lazım; “Bekâra kadın boşamak kolaydır, gel bakalım o yaşlara ne düşüneceksin?”

Haklısınız… Çok haklı… Bugün bunları 40’lı yaşlarımın başında ki Serkan olarak yazıyorum… 70’li yaşlarımda belki kafamda bambaşka düşler olacak, bunu kimse bilemez… Evrim bu… İlerliyor ve acımıyor… 

Hepinize iyi – mutlu – eğlenceli ve gülen gözlerle, neşe içinde pazarlar diliyorum… İsmi “G” ile başlayan takım taraftarları dâhil…

11 YORUMLAR

  1. Serkan Bey tebrik ederim, çok samimi, içten ve güzel bir yazı. Bu yazı, bana da, “Zootenist Gözüyle Evrim” başlıklı bir yazıya ilham verdi.

  2. Tecrübe hayatta yediğimiz kazıkların bileşkesidir demişti bir düşünür.Bu yazınızda bunu tamamen gördüm.İyki tüm o hataları yapmışsınız.İyki maaşınızın yarısını bir kazağa vermişsiniz.İyki holiganlık yapmışsınız.ki şuan böyle bir insana dönüşmüşsünüz.Birde bunları hiç yaşamadan geldiği gibi gidenler var.

  3. Sonra antropoloji, biyoloji, anatomi, Big Bang, dünyanın oluşumu, uzayın genişlemesi ve Dünya düzenine baktığımda şunu gördüm; “Kesinlikle Tanrı diye bir şey yoktur…”paragrafını okudum kendimi düşündüm. kendimi bildim bileli Allaha inanırım taklidi imandan bu ilimlerin katkısı ile tahkiki iman seviyesine dolayısıyla ulaştım. beni ve tüm kainatı yoktan var eden varlık olan Allaha imanım pekişti.
    inşallah sizde sizi dünya ya getiren varlığı bir şekilde bulursunuz.
    gururlu bir alim bir kişiye ben sana Allahın varlığını bin delille ispat ederim deyince o kişi demek ki senin Allahın varlığından bin şüphen var hitabı ile karşılaşınca o kişinin ellerine sarılmış af dilemiş.
    bir bahçe de oturursun o bahçedeki aynı topraktan beslenen kayısı ağacını elma ağacını dut ağacını ıhlamur ağacını görürsün yaratanını hatırlarsın.aynı toprak başka meyve.
    bir başkası bunu görür tabiat der kainatın ulu mimarı der star wars filminde güç derler.
    vikingler için odindir ölünce gittikleri yer valhalladır.muhakkak ölenin gözlerine para koymak lazımdır yoksa kayıkçı onu götürmez.
    kimi isa ya Allahın oğlu der kimi üzeyr Allahın oğlu der.
    kimisi müslümanların kabeyi tavafını taşa ibadet etmek diye diline dolar.
    kimisi günahları bir küçük odada çıkarır.
    kimisi bize oy veren cennete gider der.
    kimisi dünyayı ve içindekileri uzaylılar yarattı der hata uzay gemileri için tanrıların arabaları deyip bir kitap yazar.
    kimisi bu dünyayı matrix olarak düşünür filmini yapar.
    velhasıl bu dünya da inanmak zordur.
    hele müslüman olmak çok zordur.
    islamilik endeksinde ilk 50 de bile müslüman ülkenin bulunmadığı 1.sırayı yeni zelandanın aldığı bir dünya da yaşıyoruz.
    insan haklarının yolsuzluğun ursuzluğun haksızlığın hukuksuzluğun en yoğun olduğu ülkelerin sözde islam ülkeleri olduğunu görüyoruz.
    Batıya gittim islamı gördüm ama müslüman yoktu; doğuya gittim müslüman gördüm ama islam yoktu” sözleri vardır.
    mehmet akif gibi avrupa gezisi sonrası ahvali soranlara
    işleri dinimiz gibi dinleri işimiz gibi cevabı
    safahatında
    dünyadaki zulüm ve haksızlıklar karşısında
    ağzım kurusun yokmusun ey adli ilahi diye haykırması.
    bazen ben de bir umutsuzluk hasıl olduğunda hemen aklıma
    Allah katında dünya, bir sivrisineğin kanadı kadar değeri olsaydı ondan zalimlere dünyada bir yudum su dahi içirmezdi.” – hadisi geliyor.Arkasından yüce kitabındaki rahmetim tüm insanlığa ama merhametim bana inanıp beni Rableri olarak kabul eden insanlara ayeti aklıma geliyor.
    meselesi ben inancımla yaptığım ibadetlerle beni yaratanın bana verdiği nimetlere karşı bir vefa borcu ödüyorum.
    bu ibadetler benim hem sağlığıma hem de psikolojik durumuma katkı sağlıyor.
    Allah yok diyenler doğru söylüyorsa benim bir kaybım yok .
    Ama ya varsa o zaman ne olacak.
    müslüman elinden dilinden belinden kimseye zarar vermeyen bir kişi olmalı.
    müslüman ve mümin olmalı.
    ağzından dünyevi iktidar mal mülk servet için yalan çıkmamalı.
    kendisine emanet edilen devlet malın hazinesini beytülmale sahip çıkarak onun bir kuruşunun bile hesabının sorulacağının idrakinde olmalı.
    adaletli hakkı hukuku üstün tutmalı.
    peki hem bunların tersin yapıp hem de Müslümanım derse ne olur.
    toplum içindeki insanlar bilhassa gençler ateist olur deist olur.
    hani anlatırlar yokuş aşağı uçuruma giden freni patlamış kamyonda ve düşen uçakta asla ateist kalmazmış.
    benim komşum var ateistim diyor bende ona inanmıyorum sana neden diyor.
    sen işçi çalıştırıyorsun hakkına hukukuna dikkat ediyorsun komşu hakkına dikkat ediyorsun birde kurumdan bir kız çocuğu aldın onu güzel bir şekilde yetiştiriyorsun imamın 40 derecesi vardır en alt derecesi yolda gördüğün bir taşı başkasına zarar verir endişesiyle kaldırmaktır hadisini söylüyorum.bir yanda müslümanım diyen çalıp çırpan muhalifini başka bir ülke de canice öldürüp paramparça edip cesedini bile yok edenler aynı zamanda islamın kutsal beldelerine sahiplik edenler.bir yanda ateistim deyip insana sevgi ve saygı merhamet gösterenler.
    serkan bey kafanızı fazla şişirdim derdim sizin gibi bilgili donanımlı bir insana tebliğ yapmak haddi aşmak olur.
    içimden geldi çalakalem yazdım.Hakkınızı helal ediniz.
    yazdığınız her yazıyı merakla okuyor ve bilgileniyorum.
    iyi bayramlar dilerim.saygılarımla.

  4. Serkan bey, yazınızı dikkatle okudum, aşırı cesur biri olduğunuzu düşündüm. Ancak sizdeki cesaret insana zarar veren, tehlikenin kucağına atan bir cesaret. İdeal hayat dengeli hayattır. Cesaret biraz korku ile dengelenirse tedbir alır, daha emniyetli yaşarız. Sonsuz evrende bir nokta kadar dahi yer kaplamayan insanın, makro alemden mikro aleme kadar tüm varlıklar üzerinde tesiri görülen bir Gücü inkar etmesini çok yadırgıyorum. “Tanrı yoktur” diye hüküm vermek bana insanın haddini aşması olarak geliyor. Ben bir seyahatimde gördüğüm ve dünyanın diğer bir ucunda yetişen bir meyveden bahsetsem bunun çekirdeğini, kabuğunu, küçük bir emaresini göstersem varlığını ispat etmiş olurum ama aksini iddia eden, “yok” diyen birinin dünyayı karış karış dolaşıp , her taşın altını kontrol etmesi gerekir. Yani pratikte bu mümkün değil, imkansızdır. Bir göz doktoru yıllarca okuduğu halde üzerinde çalıştığı organın sırrını çözemiyor. Kainatta tesadüf yok, Tanrı zar atmıyor. Big Bang dan sonra miyarlarla ifade edilemeyen ihtimal varken evrenin, dünyanın bugünkü yaşamın devam edeceği hali alması tesadüf mü? Ama nedense günlük hayatta kör tesadüf (rüzgar, fırtına)eczanenin pencerelerini açıp bir kaç elementi bir araya getirip bir baş ağrısı ilacı yapamıyor. Okulda resim dersinde fırtına fırçayı hareket ettirerek boyalardan bir tablo ortaya çıkaramıyor. Bir fen dersi öğretmeni kendi ilmi, iradesi ve gücünü kullanarak labaratuvar ortamında suyu buharlaştırarak elde ettiği yağmuru öğrencilerine gösterirken her şeyi çözdüğünü düşünüyor. Tabiat bir resimdir, ressam değil, bir nakıştır, nakkaş değil bir kanundur, kanun koyucu değildir.Bir şeyin oluşumunu izah etmek Yaratıcının varlığını inkar etmeyi gerektirmez. Bilim ilerledikçe biz geçişleri daha iyi görüyouz, tıpkı megapikseli yüksek bir fotoğraf makinası gibi. Ben inanan bir insan olarak Evrenin Mimarını inkar etmenin aşırı bir cüret olduğunu düşünüyorum, keşke insan evladı biraz daha mütevazi olabilse, sonsuz güç karşısında vücuduna bir kanser hücresi girmeden hiçliğini, aczini, fakrını anlayabilse! Yüce Yaratıcı imtihan dünyasında olduğumuz için aklımızı devreye sokup, bilincimizi açık tutalım, onlar da işe yarasın diye kendi gücünü,azametini, iradesini, ilmini sebeplerle, kurduğu sistemle gölgeliyor, üzerine ince bir perde çekiyor. Perdeyi araladığımız zaman her varlık üzerinde Onun taklid edilemez mührünü görürüz. Evrende Yaratıcının bir saltanatı var, inkar den Ona iman etmeyen tüm bu milyarlarca varlığı, saltanatı tesadüfe havale ettiği için korkunç bir cinayet işliyor, konu basit değil, tıpkı bir ülkenin bayrağını yırtmak ve yakmak gibi. İnsan kendi egosunu şişirip yüce Yaratıcıyı aşağı çekmek istiyor, bindiği dalı kesiyor farkında değil! Yel kayadan ne götürebilir ki?
    Hz. Ömer in bir cümlesi ile bitireyim. “İnandığı gibi yaşayamayan, yaşadığı gibi inanmaya başlar.” Bunun bir açılımı; Tanrı nın koyduğu yasakları işlemeye devam eden biri kendini o çukurdan çıkaramayınca “keşke hiç Tanrı olmasaydı daha rahat yaşardım”der. Ve sonunda “Tanrı yoktur” kanaatine varır. Yazık!

  5. Sayın Efe Damat,

    Takibinizden ve yorumlarınızdan son derece memnunum. Keşke her okuyucumuz sizin gibi, fikirlerini – düşüncelerini hatta aklından geçenleri yazsa, olumlu ya da olumsuz eleştirilerde bulunsa. İnanın sadece kendime adıma değil her yazarımız adına rahatlıkla diyebilirim ki; çok daha iyi olur.

    Şahsen ben yorumlarınızdan çok mutlu oluyorum.

    “İnanç” kesinlikle sizinde dediğiniz gibi; coğrafyaya – kültüre hatta beşeri münasebetlere göre bile değişkenlik gösteriyor. Cennet kavramı Ortadoğu halkarında “yeşillikler içinde, dereler akan bir bahçeyken” İskandinav topluluklarında “Tanrılarla birlikte, hiç sarhoş olmadan ve sonu gelmeyen bira içilip, kahramanlıkların anlatıldıkları” bir sofra olarak karşımıza çıkar.
    Ortadoğu’da, çölde yaşayan birine verebileceğiniz en güzel ödül elbette ki ışıl ışıl sular akan bahçelerdir. Ama dereler akan, yeşillikler içinde yaşayan biri için bu cennet kavramı pek ilgi çekici olmaz. Ve ona göre bir cennet sunarsınız. “Bu yüzyılın dini bir sonraki yüzyılın eğlencesidir” derken Ralph Waldo Emerson’ununda hakkını vermek gerekir. Nasıl ki, şimdi biz Ares’le, Odin’le, Amon Ra hatta ismini bilmediğimiz 40.000 Tanrının gerçekliğini tartışıp yeri geldiğinde mizah yapıyorsak sanırım gelecekte de günümüzün Tanrıları aynı duruma düşecektir diye düşünüyorum. Ve bu kadar geçen zamanda bu kadar değişiklik, dinlerde de bir “Evrim” olduğunu gösterir sanırım bize. Ne yazık ki, Peygamberlerde – Tanrılarda buna engel olamayacaktır. Olamamıştır da geçmişte. Gökyüzünde yıldırım sesleri geldiğinde “Ne yaptıkta Thor’u kızdırdık?” diyen insanlıktan bugün sunii yıldırımlar yaratan insanlığa gelmişsek gün olduğunda da birçok mitin ve efsanenin çöktüğü gibi bu kavramlarda çökecektir. Ve tabii ki, bunlar benim “naçizane” düşüncelerim. İddia olmamakla birlikte yanılırsam da “Yanılmışım” diyebilme lüksünü de kendimde saklıyorum.

    İslam Dini içinse yazdıklarınız kesinlikle çok doğru ve yerinde tespitler. Ancak sanırım İslam’ın ilk zamanlarında yaşanan İslam ile şuan yaşanan İslam arasında ki farklardan kaynaklanıyor yazdığınız paradokslar. Sayın Sinan Eskicioğlu bir yazısında işlemişti, çok beğenmiş ve ufkumu açmıştı; (Tam kelime kelime hatırlamasam bile) “Şimdi yaşanan İslamın “Emevi” İslamı” olduğunu vurgulamıştı. Birazda temelinde bu olabilir yaşanan “kötü” değişimlerin. Emeviler “İslamı” Peygamberin ve dört halifenin yaşadığı ortamdan çıkarıp, saraya soktu – hapsetti. Birçok kavramı değiştirdi. Altını boşalttı. Kendi çıkarlarına göre “yorumlarla” üzerinde oynama – esnetme ve düzenleme yaptılar. Ve sonuçta ne yazık ki böyle oldu.

    Teşekkür ediyorum yorumunuz için bir kez daha ve eğer bir hakkım söz konuysa “Helal olsun” diyorum. Sizlere de “İyi ve Hayırlı Bayramlar diliyorum” Saygılarımla.

    • İnançsızlık ya da bir yaratıcının olmadığı inancı da Yüce Yaratıcının bizzat takdir buyurduğu bir şey olmalı, yoksa Yüce Yaratıcı herkesin inanmasını dileseydi kimse inanmamazlık edemezdi. İnanç ve İnançsızlık hakkında bir zihin yolculuğuna çıktığınızda İnançlı olanlar için inançsızların da ne kadar gerekli olduğunu farkedersiniz ‘her şey zıttıyla bilinir’ olgusuna göre.

      Sırf bu yüzden bilim insanları ve bilimsel düşünceyi benimsemiş olanlar bilime inancın karıştırılmasına karşı dururlar, gerekçeleri tartışma konusu olsa da.

      Tartışılmaya değer olan ise inancın bilime karıştırılmasıyla çalışmaların yön değiştirme ihtimali. Oysa aynı şey inançsızlıkla yapılan bilim için de geçerli değil mi? Oysa en çok inançsızlıkla yürütülen çalışmaların zararı dokunuyor evrene ve insana. Buna karşı da özgürlük gerekçesine sığınıyorlar.

      Paradoks demişsiniz de gördünüz mü işta bu da bilim çevrelerinin paradoksu.

      Halbu ki din ancak özgür insanların mükellef olduğu bir hakikat.

      Ancak biz yaratılan mahluklar olarak ancak duyularımızla hissettiklerimiz ölçüsünde düşünebiliriz. Yaratıcı ise kendinden başka her şeyin yaratıcısı olduğu için yaratılmış hiç bir şeyle kıyaslanamaz ve tanımlanamaz. Yaratılmış hiç bir şeye benzemez.

      Bu yaratılmış hiç bir canlının şeklen algılayamayacağı bilinmezlik hali bazı insanların inkarcı duygularını okşuyordur mutlaka.

      Cennet de böyle tam olarak bilinmez çünkü bu evrene ait değil ve bu evrene ait hiç bir şeyle mukayese edilemez.

      Ancak din müjdeleyici özelliğinden dolayı cennetle insanları müjdeler. Peki cennetin Yaratıcısı hiç bir şeyle mukayese edemediği insana cenneti nasıl müjdeler? Betimleyerek ama ruhsal bir betimleme olacaktır bu.

      O zaman ruh nedir?

      Neyse konu uzun hocam! ben size bilahare anlatırım:))

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz