- Tedavülden kalkan Kavramlar ve Partiler - 27 Mart 2023
- Bomba Haberler - 26 Mart 2023
- Mazlum’un Son Gecesi - 25 Mart 2023
Seyit Alp, 1945 yılında dünyaya geldi. Şereflikoçhisar’ın Kanlıkışla köyündendir.
Türkçe konuşamadığı için aşağılanan pek çok Kürd gibi, o da intikamını o dili en iyi şekilde konuşarak almayı düşünenlerdendir.
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdiğinde bu hedefine ulaşmış, hem konuşma hem de yazı dilinde önemli aşamalar kaydetmiştir. O zamanlar ağabeyim Celal Aydın coğrafya öğretmenliğinin yanı sıra Türkçe öğretmenliği yapıyordu. O da Türkçeyi sonradan öğrenip öğretenlerdendi. Bir sohbetimizde ”Seyid, farkında mısın Kürdler, sizin Türk çocuklarına Türkçeyi öğretmenizle övünüyorlar. Oysa bu asimilasyonun bir başarısı değil mi? Çok acı değil mi? Senin dilini yasaklayıp yok etmeye çalışanların dilini onlardan daha iyi öğrenerek onlara öğretmeye çalışmak…” demiştim.
1991 yılıydı. Bir gün ağabeyim çağırdı, ‘’Bak, seni Seyit Alp’le tanıştırayım.’’ dedi.
Ankara Sakarya caddesinde Başarı Dersanesinin sahibiydi.
Tanıdın mı dedi. Baktım, ‘’Hayır.’’ dedim. ‘’Romanlarını okudun mu?’’ dedi, ‘’Hayır.’’ derken büyük bir ayıbım olduğunu anladım. Ağabeyim gülerek, ‘’Okursun o zaman. Artık yalnız değilsin. Hadi Seyit hocaya dersaneyi gezdir.” dedi.
Ketum biriydi Seyit.
Pek konuşmuyordu.
Çok ciddi ve resmiydi. Daha doğrusu tanımadıklarına karşı öyleymiş. Bunu öğrenmem için bir iki ay geçmesi gerekiyordu. Sonra gerçek seyit Alp’i tanıdım. Kahkahası on kişilikti. Davudi bir sesi vardı. Hüznü de öyleydi, derindi.
Bir gün Seyit’i telefonla aradığımda eşi çıktı. Bana, ‘’Baran Seyit seni tanıdıktan sonra Türkçesi bozuldu.’’ dedi. İçinde gizli bir laf dokundurma vardı. Ben de ‘’İyi olmuş, özüne dönmüştür.’’ dedim.
Akşamları dersaneden çıkarken Seyit koşuşturup karşıdaki büfeye girerdi. Kendine kanyak, bana bira alırdı. Bunlar Atatürk Orman Çiftliğine kadar yolluklarımızdı. Orada ekmek arası köfteyle karnımızı doyurur, ardından biralarımızı alır, uygun bir yerde durur, arabanın içinde sohbet ederek içerdik. Arabada Cigerxwin’in şiir kitabı eksik olmazdı. Mutlaka ondan birkaç şiir okurduk. Ardından ezberlerimizdekileri dökerdik. Fonda stranlar, ağıtlar eksilmezdi.
Yaşamımızı idame ettirmek için çalışmak zorundaydık ama işten arta kalan zamanlar yok gibiydi.
Sonraki yıl, ben, araştırma inceleme dalında Musa Anter ödülü alınca o çalışmamdan bir fotokopi istedi. Fırsat bulursam okuyacağım, dedi gülerek. İş yoğunluğuna sitem ederek. Günde 10 saat ders…
O yıl Seyit’in Şawk romanı, benim Sömürgeleşme Tarihi çalışmam Zagros yayınlarından çıktı. Seyit, arka kapağa ne yazayım dedi ve Şawk’la ilgili Milliyet Gazetesi’nde çıkmış olan Cemal Süreya’nın yazısını getirdi. Buradan bazı kısımları koyalım dedim. O iş sende dedi. Ben aşağıdaki kısmı seçtim, kapak arkası için.
“Seyit Alp”in kitabına dün akşam başlamıştım. Elimden bırakamadım. Nasıl coşkuyla okuyorum!
Roman.
Aynı zamanda şiir. Klasik Yunan trajedilerine de benziyor.
Masal.
Destan.
Tarih.
Söylence.
Ağıt…
Kişiler canlı, kurgu sürükleyici.
Romanda doğa betimlemesini pek sevmem. Hele öyle uzayıp gidenlerini. Asturiast”ta, Yaşar Kemal”de bile öyle sayfaları daha hızlı çevirdiğim olmuştur.
Seyit Alp sevdirdi.
Munzur suyunun kaynağını görmüştüm. Bir değil, bir sürü yerden kaynıyordu Munzur. Ve süt renginde. O doğa görünümünde insanı sarsan, kişiye yaşama hırsı aşılayan bir şey vardı. Seyit Alp”in kitabında da onu gördüm…”
(Cemal Süreya, 1 Ocak 1986, Milliyet Sanat)
Aynı yıl, benim Güneş’in Doğduğu yerden öyküler kitabım yayımlandı. Seyit’le edebiyat üzerine daha çok konuşmaya başladık, elinde Hikayat’a Bozo romanı vardı. Baskı yapıyordum ona, bir an önce bitir diye. O da iş yoğunluğundan yakınıyordu.
Diğer kitaplarının baskısı bitmişti, yayımlayacak bir yayınevi yoktu. Seyit, ‘’Yayınevi yayınevi dolaşıp kitaplarımı yayımlayın, demem.’’ diyordu. Öyle de yaptı. Bir gün, son roman taslağını elinden aldım ve sokağa fırladım. Fotokopisini çektim, orijinalini kendisine verdim. Ona dedim ki ‘’Seyit bak! Bu romanı bitirmezsen, bu hâliyle bir yayınevine veririm, bu şekliyle çıkar, rezil olursun.’’ Güldü, ‘’Hee! Bütün yayınevleri de benim kitaplarımı basmak için sıraya girmişler.’’ dedi ironik bir şekilde.
Seyit, defalarca ‘’Yahu ders anlatacağımıza, paraya pula ihtiyacımız olmasa da yazsak’’ diyordu. Bununla ilgili hayaller kuruyorduk. Hayaldi çünkü çalışmak dışında bir yolumuz yoktu.
1995 yılında ben İstanbul’a taşınınca Seyit’le yalnızca telefonla görüşebildik. Kendisine kitaplarını yayınevlerine götüreceğimi söyledim. ‘’Baran, kitaplar senindir. Biliyorum ki kendi kitaplarından daha iyi uğraşacaksın onlarla.’’ dedi. Birkaç yayınevine götürdüm. O yayınevleriyle görüşmelerimiz içler acısı. Burada o konuya değinmeyeceğim.
Doz’a götürdüğümde hiç düşünmeden ‘’Hemen basalım.’’ dediler.
Seyit Alp’i tanıyorlardı, ne yazdığını biliyorlardı. Bence her yayımcının edebiyat, tarih, toplumbilimle ilgili yetkin düzeyde bilgiye sahip insanları istihdam etmesi gerekir. Çünkü bazıları tarihçiye tarih, edebiyatçıya edebiyat öğretmeye çalışıyorlar. Bu da ayrı bir dert.
Şu anda yayınevlerine Seyit Alp’in kitap dosyalarını götürün, pek çoğu tanımaz maalesef onu.
Seyit Alp’in ilk romanı Welat’tır (İskancının Türküsü).
Doz Yayınevi, Şawk ve Dewran romanlarını yayıma hazırladı. Dizgiden çıkınca nüshalarını Seyit’e ben getirdim. O gün oturup aynı zamanda bir söyleşi yaptık. Seyit düzeltmeleri yaptı. Düzeltmeleri almak için Ankara’ya geldiğimde Hikâyata Bozo’nun bitmiş nüshasını verdi bana. Şawk ve Devranın düzeltmelerini, benim düzeltmelerimle karşılaştırdım. Dizgiye verdim. Dizgi aşaması bitti, basım aşamasına geçildi. Seyit’in Dino ile Ceren kitabı ise dizgi aşamasına gelmişti. O sırada Seyit, kitaplarını göremeden aramızdan ayrıldı. 2000 yılının şubat ayı başlıyordu.
Seyit Alp’in aramızdan ayrılışının 22. yıldönümü.
Hikayata Bozo kitabı hâlen yayımlanmadı. Diğer kitaplarını tanıyanların sayısı oldukça az. Böyle bir değerin, böyle bir yazarın tanınmaması, geleceğimiz olan gençler, çocuklar açısından büyük bir kayıptır. Bir halk, edebiyatına ve tarihine sahip çıkmazsa tarih sahnesinden hızla silinir. Siyaset günlük işlerdir, ajitasyona yöneliktir. Edebiyat, müzik, tarih, dil, görsel sanatlar toplumu ayakta tutan ve geleceğe taşıyan temellerdir, köprülerdir.
Seyit Alp, bu halk için büyük bir değerdir. Bu değerin yeterince tanınmaması ve tanıtılmaması ise büyük bir ayıptır.
NOT: Bu günlük yazımı Değerli dostum Mehmet Baran AYDIN hocama yer veriyorum.
Bizim onunla temel bağımız: SEYİD ALP HOCAM’dı.
22. Ölüm Yıldönümünde:
SEYİD HOCAM’IN RUHUYLA HASBİHAL!
22 yıl önce hayata gözlerini yumduğunda ben, Almanya-Essen’de Fransız ciğerimle keyif çatıyordum.
Burada ulaştığım tüm öğrencilerine haber yolladım.
Evimde toplandık.
Seni andık.
Sonra herkes yerli yerine dağıldı.
Bir tek anan ağladı.
Gerisi yalan ağladı.
O da burada değil, senin yanındaydı.
Ben kendimi bilirim.
SANA KARŞI BORÇLUYUM!
Borcumu ödeyerek yanına geleceğim.
Kitabın hazır ama olurunu almadan yayınlamak istemem.
Ben senin gibi değilim.
Yazarsam sevindirmem birçok sevenini ağlatacağım.
Hani bilirsin beni.
Şiirleri okuyunca en çok sen ağlardın ya.
Ama ağlamak gülmek kadar güzeldir.
Saygılarımla.
Şarap çok ama Viskiyle geleceğim yanına.
Öğrencin Şiko