Günümüz İstanbul’undan Bir Peyzaj: Umberto Eco ve Skolastiğin Zararları

1

“Beton Denizinde Bizi Yüzdürenler, Aynaya Ne Zaman Bakacaksınız?”

Geçtiğimiz haftanın Pazar yazısında Yahya Kemal üzerinden kısa bir dünya turu yapmış ve bir de onun meşhur Zil, Şal ve Gül şiiri üzerinden İspanya durağına gitmiştik.

Geçtiğimiz haftanın gündeminde ağırlık kesbeden asli kavram yine ve maalesef din-diyanet bahsi oldu.

Dünyada bizim kadar bu konuda konuşan ulus herhalde yoktur.

Herhalde bunun en başta gelen sebebi de anlamadan ibadet eden başka bir ulus olmamasıdır.

İbadet için varolan dinin ibadet boyutundan uzaklaşıp siyaset boyutunda bolca boy gösterdiğini görüyoruz.

Üstelik sürekli bir yukardan bakma ve köşeleri sivriltme hali var buna dair konuşmalarda. Buna aslında bir ad veriliyor. Bunun adı skolastisizm.

Bize bağnazlık diye geçen bu terimin asıl çıkış yeri İspanya. Çünkü İspanya engizisyonu skolastik düşüncenin hayata geçirilmesi için en münbit zemini haiz olmuş.

Koyu Katolik inancında Papalık İtalyasını kat be kat geçen İspanyol bağnazlığının en güzel resmedildiği hikaye Gülün Adı’dır.

İki senedir bu dünyaya veda etmiş olan Umberto Eco’nun geç bir yaşta tüm dünyaya mal olmasına yol açan bu romanın ve bu romandan çekilen filmin resmettiği İspanyol engizisyon rahibinin korkunç yüzü bize bin sene önce dahi olsa son derece yakın ve yakıcıdır aslında.

Malum bu bir Pazar yazısı. Ülke gündemi ne denli ağır da olsa ben yazımı biraz da olsa eğlenceli kılmak istiyorum. En azından Pazar günü.

İspanya’nın baskıcı dindarlığındansa bize güzel hikayeler anlatan Umberto Eco’dan bahsetmek istiyorum.

Umberto Eco’nun İstanbul’a dair bize bıraktığı anılardan ilki tam da Beyoğlu’na dair. Tarlabaşında şimdi bir projenin yapıldığı eski evlerin arasında 16 sene önce çekildiği pozu tekrar çekmeyi başaramayıp hayıflanmasını unutmak mümkün mü?

İstanbul’un bugünkü inşaat derdini müjdeleyen bu erken çelişki ile tahta perdelerin arasında aynı pozu tekrar veremeyen Eco’nun hayal dünyası, hayal kırıklığının çok ötesinde bir ödül bağışlamıştır İstanbul’a.

Bu ise bir romana emanet edilmiş İstanbul tarihidir. 1204 yılında yollarını şaşıran haçlıların Kudüs’e niyet Constantinopolis’e kısmet şehre dalmalarının hikaye edildiği bu romanın aslında bir İstanbul reklam broşürü olduğunu söyleyebiliriz.

İstanbul’u illa bir şey yapmak isteyen varsa, Baudilino’da resmedilen hikayedekine benzer bir şeyleri planlamalıdır.

Sarai Sierra’yı kimler hatırlıyor? İstanbul surlarını gezme hayalini canıyla ödeyen bu Amerikalı kadın da belki Baudilino’yu okumuş ve bu heyecanla kendini surların dibine taşımıştı. Vahşice yok olan Sarai Sierra’dan yansıyan negatif enerji sizce kaç yüzbin Amerikalıyı Türkiye’den soğutmuştur? Hala google’da 10 küsur milyon sonuç döndüren bu talihsiz ismin bu ülkenin gerçek zenginliği olan tarihine olan ilgisini canıyla ödemesi karşılığında Türkiye sizce kaç milyar dolar turizm gelirinden olmuştur?

Herşey tabii ki para değil…
Lakin parasız hiçbir şeyin olmayacağı da bir gerçektir. Türkiye’nin olur olmaz petrol bulduk diyerek ayaklanan sakinleri aslında en büyük petrol rezervi olan tarihsel altyapının üzerinde oturduklarını ne zaman fark edecekler?

Taksim meydanına yapılacak caminin karşısındaki kiliseden yüksek minareli olmasını Avusturyalı Liebherr marka vince borçlu olduğunu anlamayan zihinsel fakirlikten, başlamış inşaatın iktisadi kurtuluş savaşının hangi muharebesi kazanılınca tamamlanacağını söylemesini tabii ki beklemiyoruz.

Umberto Eco İstanbul’a dair hayallerini romana döktü ve insanlığa miras bıraktı. İstanbul’a denizden baktığımızda Beşiktaş’tan daha kuzeye bakmaya içimiz elvermiyorsa belli ki bu mirasa iyi bakmayanlar aynaya bakmaya mecbur.

İstanbul artık kendisine hiçbir müdahale yapılmasına tahammül edemez noktanın ötesine geçmiştir.

İstanbul’a dokunanı artık çarpacak olan elektrik 10 milyon wattlık bir yıldırımdan daha da kuvvetlidir.

Dünyanın başkentini kum, çakıl, su terkibi ve Liebherr marka vinçle şekillendireceğini hayal eden sahte muhafazakar gerçek neo-liberal kapitalistler için rüya karabasana tahvil olmuştur.

İstanbul’un envai çeşit adı içinde hiçbir zaman beton denizi yoktur. Yukarıda resim AKP’nin 16 yıllık beton denizidir.

İstanbul’un zenginliği toprağının satılmasından değil, toprağının üzerindeki insanların yaratıcı akıllarından mülhemdir. Ev alana Türk pasaportu bedava ise de İstanbul’un kültürüne vakıf olmak için binanın içindeki mekana ve o mekanı dolduran insana ihtiyaç vardır.

Umberto Eco’yu Tarlabaşında garip kılan akıldan sıyrılmak için ilk adım, aynaya sağlam bir bakış atmaktan geçecektir.

Yazarın sosyal medya hesapları:

https://www.facebook.com/veysi.dundar.3344

https://twitter.com/VEYSDNDAR1

https://veysidundar.home.blog

1 Yorum

  1. İstanbul için çok geç demek için de çok geç. Tarihi dokuyu restorasyonlarla da olsa mevcut iktidar az buçuk diriltti lakin hepsini toplasan devede kulak eder. Galata kulesinin düzgün bir resmi ancak dronla çekilebilir ki onunda arkaplanı napsanız silueti bozar. Karaköyden vapurla üsküdara geçin, ama giderken kıyılara bakın apartmanlara, şekilsiz kötürüm aralarında adım atacak mesafesi olmayan izbe yapılar. Yeşil renk göremiyorsunuz zaten. Anlayamadığım birşey var dünyanın 3. temiz havalı metropolü imiş İstanbul?!

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz