- Cuma Vaazı: Oruç’a Tutunanlar - 31 Mart 2023
- Oruç - 27 Mart 2023
- Ramazan Ayı Kavramları(2) - 25 Mart 2023
Millet ittifakının resmileşmesi ile birlikte, sanki kendileri aynı şartlarada siyaset/ittifak yapmıyormuş gibi; Millet ittifakının bileşenlerini, siyaset ve yönetim biçimi programını, ‘dindar’ların kurdukları bazı partilere yakıştıramayıp, onları İslam adına töhmet altına alarak, ayıplayan, utanç vesilesi görerek hatta ötkileştiren ‘dinci’lere karşı, bilgilendirmedir.
İslamda Siyaset
“Kur’an’da siyaset ve devlet, toplumların yönetim şekli, üretim araçları ve gelir paylaşım biçimleri konusunda özel ve ayrıntılı bir hüküm yer almaz; sadece genel dinî ve ahlâkî ilkeler hatırlatmakla yetinilir’.
Bu, İslâm’ın evrensel bir din oluşunun, az gelişmişinden ve kabile hayatı yaşayanından en örgütlü olanına kadar bütün toplumları kuşatan bir davete sahip olmasının da tabii bir gereği ve sonucudur.
Bu sebeple Kur’an’da;
1-danışma, (şura)
2-haksızlık yapmama, (zulüm)
3-emaneti ehline verme, (liyakat)
4-adaleti gerçekleştirme, (hukuk ve eşitlik)
5-ahlâkı,koruma, (dini ve milli değerler)
6-kamu düzenini koruma, (asayiş, emniyet)
7-Allah’a ve Resulü’ne mutlak, diğer âmirlere –günah ve zulüm içermeyen emirlerde- itaat, gibi esasen daha genel içerikli olmakla birlikte siyasal düşünce için de hareket noktası yapılabilecek birtakım ilkesel hükümler bulunmaktadır.
İşte Kur’an’ın siyasetle ilgisi bu seviyededir.
Ancak, Kur’an’da siyasete ilişkin doğrudan ve dolaylı atıfların bulunmasından hareketle, siyasetin dinin temel unsurlarından olduğu veya dinin doğrudan ilgi alanına girdiği şeklinde değerlendirilmesi doğru değildir.
Gerek yaratıcı ile gerekse kendisi dışındaki diğer bireylerle olan ilişkileri bağlamında bireyin gelişmesine vurgu yaptığı için, siyasal düzenlemelerde bulunmak Kur’an’ın temel amaçları içinde yer almamış ve bu düzenlemeleri, genel ilke ve amaçlar doğrultusunda yapmak, müslüman bireylerin yetenek, meleke ve birikimlerine bırakılmıştır.
Bu itibarla Kur’an’da yer alan hükümlerin siyasetle, toplumların devlet ve yönetim biçimleriyle ilgisi, ilgiyi kuran şahsın bakış açısına göre değişkenlik gösterebilecek, ileri kademelerde olmasa bile başlangıçta farklı talep ve projelere hız kazandırabilecek bir izâfîlik taşımaktadır.
Böyle olunca da, dinin genel ilkeler ve hedefler yönüyle siyasetle ilgisi ve ona yön veren üslûbu naslarda açıkça görülmekle birlikte bu ilgi, ayrıntıya inildikçe ve ileri merhalelerde bir hayli zayıflamaktadır.
Bundan da hareketle, Kur’an’da siyaset teorisi veya devlet modeli aramanın veya Kur’an’ı böyle bir söylem için ana malzeme yapmanın yersiz olduğu; Fakat Kur’an’ın insanın siyasî zihniyetini oluşturan; Ahlak, hak, hukuk, adalet, liyakat, meşveret, emniyet ve güven, temelli bir mesaj ve yönlendirmeye de sahip bulunduğu görülür. ”
İslam’da Yönetim Biçimi
Yönetim (hükümet) biçimleri öteden beri en genel şekliyle, oligarşi, monarşi ve demokrasi olmak üzere üç ana gruba ayrılmaktadır.
Oligarşi, azınlığın hükümeti;
Monarşi yani tek kişinin yönetimi;
Demokrasi ise, halkın veya halk çoğunluğunun hükümeti (cumhuriyet) demektir.
Bu üç ana yönetim biçimi dışında, bu aslî şekillerin saflığına olan yakınlık ve uzaklıklarına göre daha farklı yönetim biçimleri bulunabilir. Fakat bütün yönetim biçimleri esas itibariyle ya demokrasi, ya oligarşi ya monarşi kapsamında yer alır….
İslâm, bir din olarak devlet ve yönetim biçimlerine ilişkin bir belirleme getirmek yerine genel ilke ve amaçlar koymakla yetinmiş, insanlara da hem bu ilke ve amaçları hem de zamanın şartlarını dikkate alarak kendi yönetim biçimlerini belirleme ve düzenleme hak ve yetkisini bırakmıştır.
İslâm’ın bu yaklaşımı siyaset ve yönetim konusunda teori ve model belirlemenin değil ona da yön ve içerik kazandıracak olan zihniyet değişiminin ve dünya görüşünün önemli olduğunu vurgulamayı amaçlar.
On dört asırlık tarihî süreçte İslâm toplumları, Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn dönemleri hariç tutulacak olursa, saltanat ve hilâfet adıyla, çeşitli renkleriyle bir monarşi (tek kişinin yönetimi, padişahlık, hükümdarlık, krallık) ile yönetilmişlerdir.
Devlet ve yönetim biçimleri araç değil, insanların mutluluklarını sağlama yolunda amaç oldukları düşünülünce, hükümdarlık yönetiminin İslâm’a uygunluk ya da aykırılığından bahsetmek yerine, öngörülen veya herkesçe kabul edilen evrensel insanî değerleri gerçekleştirmede, kendi şartları içinde ne ölçüde başarılı olduğundan bahsedilmesi/bakılması daha doğru olur.
Bugün gelinen noktada dünyada adalet, hak, hukuk ve insan haklarının gerçekleşmesini objektif olarak sağlamaya en yakın yönetim biçiminin demokrasi olduğu kanısı hâkimdir.
Öyle olunca, tarihî ve felsefî temeli bir yana bir yönetim biçimi olarak, demokrasinin İslâm’da olduğunu ya da olmadığını ispatlamakla vakit geçirmek yerine dinin kazandırmaya çalıştığı zihniyet değişimi ve dünya görüşünü yakalamak, dinin hedef olarak gösterdiği evrensel idealleri gerçekleştirmeye daha iyi hizmet edebilmesi için toplumumuzda ne gibi değişimlerin yaşanması veya hangi katkıların ve tâdillerin yapılması gerektiği hususunda kafa yormak gerekir.
Çünkü araçlardan ziyade ilkeler ve amaçlar önemlidir.
Zaten düzlemleri, işlev ve mahiyetleri farklı olduğundan İslâm’la klasik ve çağdaş yönetim biçimleri arasında bir karşılaştırma yapmak, onların meşruiyet veya adem-i meşruiyetlerini İslâm’dan temellendirmek doğru olmadığı gibi anlamsızdır da.
Çünkü gerek Kur’an ve gerekse Hz. Peygamber’in sünnetinde müslümanların nasıl bir devlet teşkilâtı kuracağı, devlet başkanını nasıl ve hangi şartlarla seçeceği ve toplumun hangi siyasal şekil ve yöntemlerle yönetileceği konusunda ayrıntı verilmemiş, hatta bu konulara neredeyse hiç temas edilmemiştir.
Buna karşılık gerek insan ilişkilerinde gerekse devlet-fert ilişkisinde hâkim olacak temel esas ve amaçlar üzerinde ısrarla durulmuş, siyasî yapının daima ihtiyaç duyacağı sağlam bir zemin kurulmaya ve fertlere sahip oldukları yönetim biçimlerini sağlıklı ve adaletli şekilde işletecek bir anlayış ve ufuk kazandırılmaya çalışılmıştır.
İslâm’ın iki aslî kaynağı olan Kur’an ve Sünnet’te, herkes tarafından korunması gerekli temel hedefler, ilke ve esaslar gösterilmiş, bunları gözetmek şartıyla müslümanların sosyal sözleşmelerini/ittifaklarını diledikleri tarzda yapabilecekleri, dönemlerine ve şartlarına en uygun yönetim şeklini seçip gösterilen muhtevayı ve amaçları bununla yakalayabilecekleri anlatılmak istenmiştir.
İnsanlığa tebliğ edildiği günden beri, farklı siyasal yapı, kültür, gelişmişlik ve geleneğe sahip her toplumda benimsenme ve canlılığını koruma iddiasındaki İslâm dininin, toplumun yönetim şekli ve anayasal yapısı ile ilgili olarak ayrıntı vermemesi, böyle bir anlam taşır.
Bu itibarla, gerek İslâm hukukunun klasik kaynaklarında ve gerekse çağımızda kaleme alınan eserlerde İslâm anayasa hukuku ve yönetim şekli ile ilgili ileri sürülen görüşleri, İslâm’ın alternatifsiz biçimde belirlenmiş hükümleri olarak değil; Müslüman yazarların, İslâm’ın genel ilkeleri ışığında ve kendilerini çevreleyen şartlar içinde daha âdil, düzenli ve dürüst bir yönetime ulaşma, daha huzurlu, faziletli, mutlu ve müreffeh bir toplumu kurma yönündeki düşüncelerinin ve samimi gayretlerinin ürünleri olarak değerlendirmek daha isabetli görünmektedir.
“Demokrasilerde egemenlik halkındır, İslâm’da ise Allah’ındır” sözü esasen farklı iki düzleme ait değer hükmünün iyice düşünülmeden bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş avamî bir söylem/solagan olup, günümüzde de başka amaçlar uğrunda kullanılan bir slogan ve bir demagojiye dönüşmüştür.
Bu yaklaşım, aynıyla, Hâricîler’in hakem meselesindeki tutumundan ötürü, Hz. Ali’ye karşı çıkarken sarfettikleri “Hüküm Allah’ındır” sözü gibidir.
Hz. Ali bu sözü duyunca, bunun bir yanıltmaca olduğunu anlatmak üzere;
“Bu söz doğrudur; fakat siz onu meşrû olmayan maksatlar için kullanıyorsunuz” demiştir.
Bugün artık herkes biliyor veya kabul etmese de fiilen şahit oluyor ki, âlem üzerinde iradesiyle ve kudretiyle mutlak hâkim olan varlık Allah’tır. Bütün varlıklar bu küllî hâkimiyetin altındadır.
Burada söz konusu olan hâkimiyet metafizik ve ontolojik anlamda hâkimiyettir.
“Hâkimiyet milletindir” sözündeki hâkimiyet ise, az önce sözü edilen hâkimiyetten farklıdır.
“Hâkimiyet millete aittir” derken kastedilen husus, yönetimin/siyasal iktidarın, herhangi bir şahsın, sınıfın, zümrenin veya cemaatin doğal veya Tanrısal hakkı olmadığı, tam tersine, bu hakkın millete ait olduğu ve yöneticinin onun tarafından belirleneceğidir. Klasik İslâm siyaset teorisinin ana çizgisi de bu yönde olmuştur.
Kaynak: (D.İ.B, İlmihal II, İslam ve Toplum, Siyasal Hayat, 252-235)..