- Aslında Bu Bir Veda Yazısı Olacaktı! - 30 Nisan 2023
- Siz Bilinçli misiniz, Bilgili mi? - 26 Nisan 2023
- Her Dava Bir Palavradır - 22 Nisan 2023
Kaç çeşit insan var?
İyi-kötü, doğru-yanlış, akıllı-akılsız, saf-kurnaz, iyi niyetli-kötü niyetli…
Kusura bakmayın çeşitleme yapınca duracak bir nokta yok ve en iyisi mi yoksa kötüsü mu, (ona siz karar vereceksiniz. Bence iyi) yola devam edince bunların karşıtlarıyla yer değiştirdiğini, bazen de çaprazdaki iyi veya kötüye yönelirken onlara insanlık dersi verdiği, verebildiğidir.
Bu bize hangi neticeyi verir?
İyinin her zaman iyi olmadığı, bazen kötü olurken bazen de iyi olduğu neticesini verir.
Şimdi buna kötünün de aynı yollardan geçtiğini ve benzer neticelerden geçerek bize bir şekilde benzer sonuçları verdiğini ilave ettiğimizde ise, ortada ne bir iyinin olduğu ve ne de bir kötünün olduğu sonucu çıkar ki, bunu da bu şekilde bilince çıkarırsak bu kontrolü kaybettiğimiz anlamına gelir.
Öyle ya bizde bir iyi ve birde kötü vardır ve bu kötü bizde kötüye emsal olduğu gibi, iyi de iyiye emsaldir, emsal olmalıdır, o zaman bunların yer değiştirmesi, yani bizim iyi dediğimizin kötüyle yer değiştirmesi veya kötü dediğimizin iyiyle yer değiştirmesi de neyin nesi oluyor?
Gerçekte bunun olması için hem salt kötülüğün olmaması ve hem de kötülüğün yer yer iyiliğe karşılık gelmesi gerekiyor.
Bu olabilir, ama bir iyiliğin genel geçer iyilik olması için biraz daha evrensel bir iyilik olması gerekir, yoksa yerelin iyiliği yerel için geçer bir iyilik olsa da onun geçerlilik hükmü kendi yerelliği içinde geçerdir. Yani yerel bir iyiliğin genel geçer bir iyilik karşısında hükümsüz kalması hep bir olasılıktır.
Bu ne demektir?
Eğer bir iyilik bir yerde geçerliyse bu başka bir yerde geçer olmayabileceği anlamına gelir ki, gerçekte iyilik tüm evrensel karakterine rağmen her yerde geçer değildir, ismi dışında tabii.
İş biraz zorlaştı gibi ama aslında bunun basit bir nedeni var, çünkü iyiliğe iyi olması vasfını veren şey şartlardır, daha doğrusu iyiliğin turnusol kağıdı şartları nasıl okuduğumuz ve o şartlardan ne tür sonuçlar çıkardığımızla ilgili bir neticedir; sonuçta biz takdirimizi kendi çıkarsamalarımızdan hareketle bir sonuca bağlıyoruz.
Buda bizi pek tabii olarak aynı veya farklı bir şeyden hareketle farklı sonuçlar çıkarmakla farklı doğruların savunucusu duruma getirebilir.
Burada iki tarafında çıkarsamalarına “doğru” diyorum, çünkü iki taraf içinde çıkarsamaları kendileri için doğrudur.
Şimdi şu iki farklı anlayıştan da iyilik yapmaya veya iyi olmaya davet edildiğimizi düşünelim.
Sanırım anladınız!
Artık taraflardan birinin bizi kötü olmaya ve kötülük yapmaya davet ettiğinden bir kuşkumuz yoktur.
Peki bu gerçekten öyle midir?
Değildir tabii, yalnızca farklı bir çıkarsamaya sahip olduğumuz için onların bizi kötülüğe davet ettiklerini düşünüyoruz.
Muhtemelen onlara göre bizim davetimizde kötülüğe karşılıktır.
Kaldı ki, olaya bu mantık üzerinden baktığımız sürece bunun böyle anlaşılması da doğal bir neticedir.
Ama şu var ki, olaylar doğal olsa da çıkarılan neticeler doğal değildir, yalnızca kendi özgüllükleri içinde kısmi bir haklılığa sahiptirler ve bunun nedeni de olayların onlara öyle demesi değildir, onların olaylardan o şekilde neticeler çıkarmasıdır.
İşte insanın handikabı budur, çıkarsamalarına göre bir iyilik veya kötülük, doğruluk veya yanlışlık tasnifine giderken kendi şartlarından hareketle kendi okumasını çıkarsaması ve onu başkaları içinde merkez bir doğru alma yoluna girmesidir.
Tabii merkez doğru diye bir şey yoktur; hatta doğru diye bir şeyde yoktur, doğrunun tüm kerameti sizin ona bir doğruluk izafe etmenizle ilgilidir ki, bu da doğrunun ilgisinin aslında evren veya evrensellikle bir ilgisinin olmadığı, tüm ilgisinin sizinle olduğu anlamına gelmektedir.
Şöyle bir örnek verelim: Japonya’da yüzüne tükürülen onurunu kurtarmak için harakiri yapardı ve harakiri yaptığı için ihale tükürene kalırdı. Artık onun da onurunu kurtarması için harakiri yapması beklenirdi. Netice: ikisi de öldükten sonra ikisi de onurunu kurtarmış kabul edilirdi.
Ruslarda yüzüne tükürülen kişi yüzüne tüküreni düelloya davet ederdi ve ilk mermiyi sıkma hakkı onun da. Tutturursa ne ala, onurunu kurtarmış, evine onurlu bir adam olarak dönmüş olurdu, ama tutturamazsa silahını kullanma hakkı diğerine geçer ve bu seferde o ateş ederdi. Artık tutturursa bu onu haklı duruma getirirdi. Yüzüne tükürülen ise ne acı bir şerefsiz olarak diğer ölülerden bile daha uzak bir yere gömülürdü.
Kızılderili kabilelerinde birinin yüzüne tükürülmesi de genelde ölümcül düellolarla hal yoluna koyulurdu. Yüzüne tükürülen tüküreni bir düelloya kaldırmadığında yapacağı bir tek şey vardı: Kabilesini terk etmek. O yüzden genelde sonu belli düellolar yapılır ve genelde yüzüne tükürülen öldürülürdü. Zira kimsenin güçlü bir savaşçının yüzüne tükürmeye cesareti yoktu.
Ama bu işin tersinden döndüğü yerlerde vardı. Örneğin Okyanusya adalarında; Polinezya veya Melanezya gibi yerli kabilelerde yüzünüze tükürülmediğinde bu kabul görmediğiniz anlamına gelirdi. Tersi; gittiğiniz kabilenin yaşlıları yüzünüze tükürdüğünde bu kabul edildiğiniz ve bir konuk olarak orada kalabileceğiniz anlamına gelirdi.
Hiç tükürükle kutsandınız mı, bilmiyorum ama doğruluğun evrensel değil de yerel bir kabul olduğunu görmek istiyorsanız tavsiye ederim, Polinezya ve Melanezyalı yaşlılar bu işi iyi öğretiyor.
Kenya’ya gitmenizi ise hiç tavsiye etmem; Masailerde damatsanız kutsanmak için bambuyla dövülüyorsunuz, gelinseniz yüzünüze ve göğüslerinize tükürülüyor.
Uzatmayayım işte, istediğinizi seçebilirsiniz ama seçtiğinizin doğru olduğunu savunsanız da kaçmak için gerilerde kapının birini açık bıraktığınızdan emin olunuz!
Borneo’ya ise ne ben anlatayım ne siz gidiniz!