Kimden Korkulması Gerektiğine Dair Bir Kılavuz

1

Ne kadar da absürt bir başlık, değil mi? 

Aslında konunun kendisi de gereksiz, tartışmaya bile gerek duyulmaması gerekiyor ya, işte yine suni bir gündemin peşinden sürükleniyoruz… 

Karşılaştığımız/ duyduğumuz her içi boş kabulü de başıboş bırakırsak, gerçek zannedilip peşinden gidilir diye endişe ediyorum! Geçen gün sayın genel yayın yönetmenimizin gençlerin neden ülkeden bir bir gittiğine dair yazdığı konuda da ele aldığı gibi, enerjimizi böyle şeylerle harcayıp duruyoruz işte. Eskiden bir ileri, iki geri gidiyoruz diye ti’ye alırdık, şimdi ileri hiç adım yok galiba… 

Tamam, kabul ediyorum. Her toplumda ön yargılarla bezenmiş kabullenmeler vardır. Kimse de bunun doğruluğu peşinde koşup yorulmaz. Herkes bilir ki, büyük çoğunluğu yalanlarla örülmüştür bu ön-kabullerin; ama çocukluğundan itibaren inşa edegeldiği o yalanların çökmesini de kimse istemez. Onca yıllık hayatının çürük temellere oturtulduğu hissini bir hayal etmeye çalışın isterseniz! Tüyleriniz diken diken oluverecektir!

Bir nevi dini inanışlar da öyledir. Her dinde/ inançta, bir noktaya kadar inananın sorgulamasına izin verilir, hatta teşvik bile edilebilir. Fakat geçilmez sınırlar vardır, tehlikeli olarak tanımlanan. O noktaya yaklaşılması, yani üzerinde birkaç saniye düşünülmesi bile istenilmez. Olmadı, insan aklının bir ürünü olan felsefi yorumlara kapılmanın önüne geçmek adına, “Bu konuda insanoğluna yeterli bilgi verilmemiştir!” denilerek yollar büsbütün kapatılır. Derdim zaten kimsenin inancını, etik değerlerini tartışmak değil burada. İtirazım, bazı içi boş kabullenmelerin yüksek bürokratik makamlarca dile getirilerek, hakikat kisvesi altında yeniden sunulmasınadır! 

Gelişmeyi uman toplumlar, hadi çıtayı daha aşağıya çekeyim, kavgasız, gürültüsüz yaşamayı amaç edinen toplumlar, kendilerini yönetmeye talip adaylar arasında tercih yaparken, sadece bilgisine bakmazlar. O diplomaların yanında insani becerilere, o yönetici adaylarının kişiler arasında nasıl uyum sağlayabileceğine de bakılır veya bakılmalıdır! İyi yöneticilerin özellikleri sıralanırken, takım ruhunu bozmadan, bireylerin üretim/ yaratım kapasitelerini nasıl maksimize edeceğini bilen kişilerden bahsedilir sıklıkla. Yukarıdan gelen emirleri harfiyen takip eden, ona göre konum alan ve farklı bir durum ile karşı karşıya kaldığında yine bir yerlerden haber bekleyen kişiler, yöneticilik koltuğuna oturacak en son kişilerdir. Yönettikleri takımlar, takımın büyüklüğü kişinin oturduğu koltuğa göre değişir elbette, her zaman farklı özellikteki insanları barındıracaktır. Eğer homojen, ses çıkarmayan veya yanlışı düzeltmeyen bir takım ortaya çıkartmak istiyorsanız, zaten orada bir takımdan değil, şeyh- mürit ilişkisinden bahsedilir ki,  ne üretim ne de gelişimden bahsetmek mümkün değildir, o gruplarda…   

Farklılıkları bir potada eritme becerisi de, herkesin iç sesini bastıran bir tek tipleştirme projesinin peşinden gidilmesi değildir, yanlış anlaşılmasın lütfen! Her farklı fikrin/ düşüncenin, ortaya çıkacak ürünün geliştirilmesi ve kalitesinin arttırılması amacıyla kullanıldığı takımlardır ideal olan. Peki, her yönüyle farklı olan takımların bir ekip ruhuyla çalışması nasıl desteklenir? Sanırım ilk “olmaması” gereken, aradaki farklılıkları kaşımaktır. Yani, hiçbir takım üyesini, sırf düşüncesinden, yaşam biçiminden, ölüm sonrasına olan veya olmayan inancından ve cinselliğe bakış açısından dolayı ötekileştirerek yola çıkılmaz! Sırf inancından dolayı bir kişiye güvenilip güvenilmeyeceğini ileri sürmek, bu dünyada ilkokul çağının ötesinde bir hayat tecrübesi kazanılmamış olunduğunun göstergesidir. Burada kimsenin farklı bir gizli ajandası olduğu inancıyla/ paranoyası ile yol almayı sevmediğim için, o iddiaları bir kenara itiyorum izninizle. Dönelim konumuza: Kimden korkulur?

İnanç gruplarının kendilerini tanımlarken bahsettikleri “emin olunma”, yani kendisinden kimseye zarar gelmeyecek kişi olarak bireyi konumlandırma çabası! Ne kadar da ulvi bir amaç, değil mi? Kendi üst kimliğini sunarken benden kimse endişe etmesin demek, ne kadar da huzur verici? Bir de sonrasında sıralanan o “ama”lar olmasa!

Sen insanoğluna, doğaya, yaratıcının yarattığı her canlı veya cansıza zarar vermemeyi bir ibadet olarak görüyorsun! Ne kadar iyi bir uygulayıcı olduğun inandığın ilah ile senin aranda! Ama burada bir dakika duralım lütfen. İlk sorun da burada ortaya çıkıyor işte. Bu arada yine belirteyim, yukarıdaki cümlelerimde kendi inancını gördüysen, şaşırma! Çünkü dinlerin neredeyse tamamı bu ilke ile yola çıkar! İnandığın dinin semavi olup olmaması veya hangi tek tanrılı din olduğu, yukarıdaki öğretiyi değiştirmeyecektir. Hadi dönelim yeniden nur topu gibi doğuracağımız sorunumuza! 

Çocukluğundan itibaren günah/ sevap, helal/ haram ikileminde dünyayı tanımlamış, etrafında tecrübe ettiği ve gözlemlediği her şeyi ona göre kodlamış bir birey olarak, hatalar karşısında tutunduğun tavır nasıl olacaktır? 

Bazı dinler günah çıkartma mekanizması geliştirmiştir mesela (Hristiyanlığın her kolu bu pratiği takip etmemektedir bu arada, küçük bir not düşelim buraya). Veya bazı inançlar, araya kurum veya kişilerin girmesine izin vermeksizin, yaratıcının kendisinden doğrudan af talep edebileceğinden bahsetmektedir. Yani günahlarınızın cezasını ölüm sonrası çekmek yerine, burada iken affedilme şansınız da vardır! Şu an dünya genelindeki inananların çoğunun yaptığı da budur. Sıklıkla karşımıza çıkan espride değinildiği gibi, “Tanrının çalışma prensibinden ötürü, oturup bir şeyin gerçekleşmesini dilemek yerine, çalıyorum- çırpıyorum, sonra da af diliyorum!” diyor, vatandaşın birisi! Bu arada, bu pratiğin yanlışlığına temas eder şekilde, insan hakkının hiçbir zaman affedilmeyeceğini ileri süren ekoller de vardır, ama yaygın pratik budur maalesef! Bir ceza- ödül sistemine inanmayanların burada böyle bir beklentileri veya kendilerini temize çıkartma gibi mekanizmaları olmayacaktır. Peki, bu kimseye hesap vermeme rahatlığı, bir birey olarak senin korkmanı mı gerektirir? 

Dönüp dolaşıp yine iyi insan- kötü insan kavramına geliyoruz. İyi insanı, yani kimseye zararı dokunmayacak insanı ele alırken, çizeceğimiz sınırlar, bizim insanca ve barış içinde yaşayıp yaşayamayacağımızı belirleyecektir çünkü. Toplumsal birlikte yaşama kuralları denilen prensipler bunlardır işte!

Birey olarak diye de altını çiziyorum, çünkü toplumsal huzuru bozuyor diyerek şiir okunmasını da yasaklıyoruz, kendi inancımızı başkasına zorla öğretme diktesine de kalkışıyoruz! 

Ahlakımı bozuyor diye konserleri, yürüyüşleri, gösterileri ve kitapları yasaklıyoruz! 

Kendi dünyamıza ait sığ yaşantıları, yan mahallelere zorla kabul ettirmeye çalışıyoruz, uymayanları da aşağılıyoruz! 

Kendisine destek verenleri kayırarak hepimize ait olan devletin varlıklarını sağa sola saçtığımız da oluyor, yeteneksiz, hak etmeyen kişileri iş başına getirerek insanların yaşam umutlarını ve geleceğe dair beklentileri de yerle bir ediyoruz! 

Kendi sınıfını göklere çıkartıp diğer pratiklere “Tolerans” gösterdiğimizi söyleyerek övünüyoruz! 

Giyim tarzlarına karışıp insanların özgürce çekip, sadece meraklısının izleyeceği TikTok videolarını törpülemeye çalışıyoruz! 

Zamanımı boşa harcamak da, dolu dolu geçirmek de veya bir şeyler öğrenerek farklı bir gelecek inşa etmek de, bireyin tercihidir! 

Hem senin boş dediğine ben kültürlü olmak diyorum, ruhumu dinlendirmek, olmadı ibadet diyorum! Benim bedenime, tercihlerime bile karışıyorsun; kiminle, ne şekilde, ne zaman ve hangi koşulda cinsel birliktelik yaşayacağıma karışıyor, pişkince bunun kendi hakkın olduğunu iddia edip kendi kriterlerine göre damgalıyorsun! 

Ne zaman öleceğime, ne zaman gideceğime veya geleceğime karışabileceğine olan inancın bile senden ne kadar korkmam gerektiğini hissettiriyor bana! Hadi yine soralım o zaman: Kimden korkmam gerekiyor benim? 

Her insanın içinde bir “kötü ben” vardır. Hatırlar mısınız, bir deneysel gösteri gerçekleştirilmişti, zamanın birisinde. Gösteriyi gerçekleştiren kişi, etrafına toplanan elit(!) insanlara masa üzerinde duran objeleri kullanarak kendisine istediklerini yapabileceklerini söylemişti. İnsanlar önce utangaç olarak, toplumsal değer yargılarına uyumlu olacak şekilde sunumu yapan kadına, önce nazikçe güzellemeler, hediyeler takdim ediyorlar. Sonra ufaktan masadan sınırları zorlayacak aletler/ araçlar alıp kullanmaya başlıyorlar. Sınırları zorlanan aktörden ses çıkmadıkça cesareti artan izleyiciler, aslında deneklerin kendileri, yani insanoğlu, bir adım ötesine geçmeye başlıyor. Kadının onayını alma ihtiyacı hissedilmediği için, orada o esnada, o saatte olmakla zaten her şeyi kabul etmiştir kabullenmesi ile ufak okşamalar ve öpücük kondurmalar yerini kadının bedeninde acı verici işlemlere, kesilere ve hatta tecavüz girişime bırakıyor! Etraftakilerin bu kadar da olmaz diyerek müdahalesi ile kadının gözünden süzülen gözyaşları silinmeye, çıplak bedeni örtülmeye çalışılıyor!

Özet mi? 

Benim onayım olmadan, benim hakkımda karar verme yetkisini, kendi değerlerine göre beni aşağılamaya, ötekileştirmeye çalışanlardan, o cüreti kendilerinde görenlerden korkarım ben! Hangi mahallede, hangi inanç grubunda, yaratıcı inancı olup olmamasına aldırmaksızın, insanın içinde olan bu vahşi sahip olma duygusunu bastıramayan, narsist/ egoist insanlardan korkarım ben! Açlıklarını, ister cinsel, ister ruhani olsun, doyuramayan, kendisini tatmin etmesini, sevmesini bilmeyen insanlardan korkarım ben! Gözlerindeki yaşam enerjisi bitmiş, içindeki kendisine yönelik öfke duygusunu bastırmak için diğer insanları da kendisi gibi mutsuz etmeye çalışan kişilerden korkarım ben! 

Daha ne diyeyim? 

Altını siz doldurunuz efendim…  

Önceki İçerikMilli Takım üçte üç yaptı.. Lüksemburg 0 – 2 Türkiye
Sonraki İçerikEy Muhalefet!
Doğum yeri olan Kuzey Ren Vestfalya’ya (Almanya) doktora sonrası araştırmacı olarak geri döndüğü zaman, Essen Uni Klinik’te yaptığı deneysel çalışmaların hayatının dönüm noktası olacağını bilmiyordu. Eğitim hayatına Ankara’da başlayan ve her zaman bir parçası olmaktan onur duyduğu Hacettepe Tıp Fakültesi’nde devam eden Dr. Altınbaş’ın önüne serilmiş yeni bir dünya vardı artık. İç Hastalıkları ve Gastroenteroloji uzmanı bir kliniysen hekim olarak, Başkentin en yoğun akademik ortamlarında çalışma fırsatı bulan ve yaptığı klinik araştırmalar ile Doçent Doktor ünvanı elde eden Dr. Altınbaş’ın son durağı Harvard Üniversitesi olmuştur. ABD Boston’da geçirdiği iki yılın sonunda, artık yaşayacağı son durağı belirlemiştir. Yeni çalışma ortamı, Yale Üniversitesi’dir. Bilimsel olarak odaklandığı karaciğer hastalıkları oluşum mekanizmaları dışında, yaklaşık 10 yıl boyunca bir Amerikan şirketinde “Gerçek Dünya Verileri” alanında Medikal Danışman/ Direktör olarak görev almıştır (STATinMed Inc.). Ulusal ve uluslararası kongrelerde onlarca sunum yapmış, ülkemizde çalıştığı kurumlarda tıp öğrencisi, iç hastalıkları asistanı ve gastroenteroloji yan dal asistanı eğitimlerinde aktif rol almıştır. İlk yazılarının (Almanca şiir dahil) yayınlandığı, üretmenin zevkini ilk olarak tattığı dergi, Dr. Altınbaş’ın “Şu kısa yaşantımda özlemle andığım ve gençlik yıllarımın geçtiği, olgunlaştığım yer!” dediği, Büyük Kolej okul dergisidir. Üniversite yıllarında başkanlığını da yaptığı Tıp Fakültesi Bilimsel Araştırmalar Topluluğu (HUTBAT) ve kurucular kurulunda yer aldığı Türkçe Topluluğu bünyesinde çıkartılan dergilerde editörlük ve yazarlık yapmıştır. İngilizce ve Türkçe dilinde basılmış 10 adet tıp kitabında bölüm yazarlığı olan Dr. Altınbaş’ın, uluslararası arenada yer alan saygın hakemli dergilerde 100’e yakın bilimsel yazısı yayınlanmıştır. Ulusal ve Uluslararası 20’ye yakın tıp/ bilim dergisinde hakem olarak görev alan Dr. Altınbaş, Kasım 2020’den itibaren Ocak Medya’da medikal ve para-medikal yazılar yazmaktadır. Evli ve iki çocuk babası olan Dr. Akif Altınbaş, İngilizce ve Almanca bilmektedir.

1 Yorum

  1. Akif bey bugünkü yazınız kafamı karıştırdı. Bir taraftan da çok üzüldüm. Hayata yüklememiz gereken anlam bu olmamalı diye düşündüm. Şimdi inanan bir insan olarak ben sokakta tamamen çıplak gezmek isteyen insana tahammül mü göstermeliyim? Devletin bu tür eylemleri “kişisel özgürlük”kapsamında mı değerlendirmesi gerekir?
    Ben kendi vücudumu bana yüce Yaratıcı tarafından verilmiş bir emanet olarak görüyorum, yani sahibi ben değilim. Çünkü vücudumuzda cereyan eden binlerce olay, yürütülen faaliyet bizim irademizin dışında oluyor, bizim hiç bir dahlimiz yok. Belki bir lokmayı kendi irademizle ağzımıza götürüp çiğniyoruz, o kadar! Ama o lokma kana karışıncaya kadar geçen sürede olanlardan hiç haberimiz bile olmuyor. Bu faaliyeti biz yürütmüyoruz. Bu durumda ya her bir hücreye olağanüstü bir güç atfedip onları “Tanrı” derecesine yükseltecek, ya tüm bu olup bitenleri tesadüfe havale edecek veya tüm bunların arkasında gücü kuvveti, ilmi sonsuz, zamandan ve mekandan münezzeh bir Yaratıcının olduğunu kabul edeceğiz. Benim ruhum, aklım, vicdanım bana diyor ki “ne sen sana aitsin, ne de bir başkası kendisine ait”. Biz Allah ın sanatıyız. İrademizi devreye sokarak elde etmediğimiz şeyleri sahiplenmeye de hakkımız yok. Benim inancımda kimsenin”bu beden benim demeye hakkı yok”. Biz bu dünyaya gelmeden her şeyi hazır bulduk. Güneşi olması gereken yere biz koymadık. Dünyanın etrafına atmosfer tabakasını biz sarmadık. Ağaçların çamur yiyerek dalları ile bize içindeki vitaminleri bozulmasın diye ambalajlayarak meyve vermelerini biz sağlamadık. Arıya bal yapmasını, ineğe süt vermesini, tavuğa yumurtlamasını, ipek böceğine ipek yapmasını biz öğretmedik. Bu hayvanları biz kendimize hiçmetçi yapmadık. Dünyanın gitmesi gereken yörüngeyi, ordaki ince hesapları biz yapmadık. Bu kadar bireysellik, bu kadar özgürlük, bu kadar ego çok fazla. Haşa Allah ı yok sayarak mı yaşayacağız? İnsan evladı kendi yaptıkları basit terkipleri ayyuka çıkarırken, Allah ın yaptıklarını küçümsüyor. Hakkın hatırı alidir, hiç bir hatıra feda edilmez. İnsanlık kendi ayağına kurşun sıkıyor. Bilge kağan gibi “ey insan evladı, düşün, titre ve kendine gel!” diyorum.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz