- Yeni Bir Salgın Kapımızda: Sesimizi Duyan Var mı Acaba? - 8 Ağustos 2022
- Sorular Yine COVİD Aşısı Üzerine Gelmeye Başladı! - 22 Temmuz 2022
- Almanya İşçi Alımı Daveti ile Kimleri Gözüne Kestirdi Bu Sefer? - 17 Temmuz 2022
“Ben “pro-life” akımına destek veriyorum, yani yaşamın yanında yer alıyorum!” diyerek kürtajın her türlüsüne karşı olduklarını beyan edenlerin sesinin hâkim olmaya başladığı bir dönemden geçiyoruz Kuzey Amerika’da. Üst yasalarla koruma altına alınmış bulunan kadının kürtaj hakkı, yeni alınan bir kararla yerel yönetimlere bırakılmış durumda. Yani eyalet yetkilileri yasak lehine bir karar aldıkları zaman, üst yönetimin söz hakkı olmayacak anlamına geliyor bu durum. Bu yasanın çıkması ile birlikte yasak lehine atılacak adımlar konusunda kararlı olduklarını birçok yerel yönetim çoktan ilan etti! “Kürtaj bir yerel eyalette yasak olursa diğerine gidiverirsiniz!” demeyiniz lütfen. Zenginlerde bu yolculuk konforlu ve sağlıklı bir şekilde gerçekleştirilebilir; ama maddi imkânı yeterli olmayanlar ne yapacak? Merdiven altı, kaçak/ sağlıksız ortamlarda müdahaleler zamanı yeniden hortlayacak. Ben pek hatırlamam, ama uygunsuz ortamlarda yetkisiz kişilerce gerçekleştirilen işlemler nedeniyle yüzlerce kadının hastanelik olduğu, hayatını kaybettiğini hep duymuşumdur, ülkemizdeki yasaklı yıllarda… Üstüne üstlük, yasağı delmek ve kürtaj olmak isteyenlerin başka eyaletlere taşınması konusunda yardımcı olacak kişi/ dernek/ kuruluşlara da uyarı çoktan geldi. Denildi ki, “Taksi şoförü isen ve yolcun kürtaj olmaya giden bir kadın ise, senin sorumluluğun kadını şikâyet etmek ve gideceği yere teslim etmemek olacaktır. Yoksa sen de yardım ve yataklıktan suçlusun!” Aynı uyarı maddi imkanı olmayan kadınlara bu işlemler için güvenli ortamlara ulaşım konusunda maddi destek vermeyi planlayan kuruluşlara da geldi!!! Komşunu şikâyet etmeye hazır olun çağırısı yani! Anlayacağınız yine azınlıkların, dezavantajlıların ve kadınların hayatlarına/ bedenlerine dışarıdan müdahale kararı alındı! Zenginler için kaçak yollar her zamanki gibi mevcut; ama fakirlerin tüm kaçış yolları tutuldu şimdiden…
Yıllar önce Boston’da tanıştığım bir Amerikalı arkadaşım, “Bizim ülkemizin kurumları çok sağlamdır!”, bizi kastederek “Gelişmekte olan ülkelerdeki gibi kurumların hafızasını bir çırpıda silinmesine izin verilmez burada! demişti. Sonra aynı arkadaşımın eski başkanın bir dönem daha başkan olarak kalması halinde başka hangi kurumun daha tehdit altına gireceğini hesaplamaya çalışırken buluverdim. Bir başkan, nezaket gereği başkanlığının son döneminde üst mahkemeye atama yapmayı etik bulmazken, yerine gelen neredeyse kapıdan veda mesajını okurken atama yapabiliyor…
Bir ara kendisini de bu köşeye taşıdığım, iyi işler yaptığından bahsettiğim Somali asıllı milletvekilinin (Sayın Omar) son teklifini duyunca, iyice ürpermedim değil doğrusu! “Üst mahkemenin üye sayısını arttırma zamanı geldi!” deyiverdi. “En son üye sayısı arttırıldığında ülkenin nüfusu şimdikinin yarısıydı!” diye de savını desteklemeyi tercih etti. Yani çözüm yolu olarak bir kurumun yapısını değiştirmeyi önermekteydi… Son iki dekatta ülkemizde yaşananlar aklıma geliverdi birden. Görevinden alınan başhekimlerin tekrar tekrar mahkeme kararları ile görevlerine geri gelmesinden bıkan yürütüme erkinin aldığı bir kararla, başhekimlik kadroları tamamen ortadan kaldırılmış, hastane yöneticiliği diye bir kavram üretilerek hastanelerdeki başhekimlik sistemi değiştirilivermişti. Sonra bu uygulamanın tuttuğu görülünce her kurumda aynısı yapılmaya başlandı. Ya kurumların ismi, ya da makamların yönetim şemaları değiştirildi ki, yargı diye bir mekanizma ile kimse eski yerinde hak talep edemesin! Tabii, bu yargı- yönetim çekişmesi/ denge mekanizması/ kurum bağımsızlığına dair örnekler 10- 15 yıl öncesine ait. Şimdilerde durum nasıl bilmiyorum doğrusu… Yargıçları ve hâkimleri atayan kurulun kaç defa değiştirildiğinden hiç bahsetmiyorum izninizle…
İstanbul sözleşmesi geri gelsin derken de, başka insanların yaşamlarına/ bedenlerine müdahale etme hakkının insanlardan/ yönetimlerden/ devletten alınması amaçlanmaktadır. Kendi yaşamın ile ilgili her türlü kararı alma hakkına sahip iken, bunu başkasında da denemeye kalkmak, kelimenin tam anlamıyla narsistliktir! Kendi takip ettiğin inanç sisteminin, kendini bağladığın kuralların dışına sen çıkamıyorsun diye herkesi de oraya çekmek zorunda değilsin, değil mi?
Çocuk ölümlerini durdurmak için kılını kıpırdatmayan, kadınların her gün dört duvar arasında çaresizce/ sessizce işkence görmesini umursamayanların karşıma çıkıp da ahlak bekçiliğine soyunması, egoistlikten, kendini inkârdan başka bir şey değildir. Bencil demiyorum, zaten kendi hayatlarını bir amaç uğruna heba edebilenlerden başkalarının yaşam haklarına saygı duymalarını da bekleyemem!
Son dikkat çeken olay da Sakarya’dan geldi. Sakarya Tıp Fakültesinin mezuniyet töreninde, Hipokrat yemini değiştirilerek yeni mezunlara okutulmaya çalışılmış! Metinden çıkarıldığı iddia edilen ne biliyor musunuz? “Cinsiyet, etnik kimlik ve cinsel yönelim ayrımı yapılmayacağına…” dair söz verilmesi istenmemiş doktorların. Hiçbir yerinden tutamadım, tartışmak için. Önce kendini sev, kendine saygı duy ki, diğer insanların varlığı da seni mutlu etsin. Ama kendi yaşamın bir zulüm ise etrafta gördüğün her şey sana ıstırap verir, ne diyeyim! Daha kendisiyle barışmamış, özgür bir birey olamamış insanların yöneteceği kurumlardan ne tür bir toplum yararı bekleniyor, bilemedim…
NOT: Bugün bir doktor görevi başında öldürülmüş! Kalp krizi geçiren annesinin ölümünden sorumlu tutuyormuş doktoru! Bir önceki yazımın üzerine söyleyecek başka bir sözüm yok… Başımız sağolsun…