TÜLAY

0
Latest posts by Vecdet Dikan (see all)

 Bir cumartesi günü, kuaförümden aldığım randevuya yetişmek için limana doğru inen caddede pırıl pırıl parlayan güneşin ışıkları, sokakları nasıl aydınlatıyorsa, aynı aydınlığı bütün hücrelerimde hissederek adeta uçarcasına yürürken, yolun sağ tarafındaki minik dükkana vardığımda Aynur’un bir müşterisine manikür yaptığını görünce önce şaşırıp  sonra da kızmıştım. Benim randevu saatimde başka bir müşteriyi nasıl alabilirdi? Aynur, beni görünce mahcubiyetini gizlemeye çalışan bir gülümsemeyle “Tülay Hanım’ın, işi hemen biter. Sizi çok bekletmeyeceğim, lütfen buyurun oturun” dedi. Hemen yanındaki koltuğa oturduğumda Tülay Hanım’ın, gülen yüzünü görünce kızgınlığımdan artık eser kalmamıştı. 

Karşımda Mona Lisa gibi bir yüze sahip, beline kadar inen sarı saçları, ince uzun boynuna çok yakışmış sarı taşlı bir kolye, kulaklarında aynı sarı kolyeyi tamamlayan sarı küpeleri ile giydiği belden kloş sarı entarisi, ince topuklu zarif ayakkabılarıyla  bir moda ikonunu andıran çok narin  bir genç kız duruyordu. 

Bir eli Aynur’un elinde diğer elini zarifçe dizine yakın tutuyordu Tülay.  Aynur bana dönerek “Size kahve ısmarlayayım, siz kahvenizi içerken benim işim de hemen biter sizi alırım” dedi. 

Tülay Hanım, bu sabah İstanbul’dan gelip, valizini otele bıraktıktan sonra manikür yaptırmak için buraya geldiğini söyledi. Kahvelerimiz gelmeyince  bizim evde kahve içmeyi teklif ettim  zarif misafirime. Elimle arkamı işaret ederek“Evim hemen yukarda buraya çok yakın biraz yürüyeceğiz” dedim. “O halde bende sizi beklerim, işiniz bitince birlikte kahve içmeye gideriz” dedi Tülay.  

Misafirim de teklifimi samimi ve sıcak bir ifadeyle kabul etmişti. “Kahve içtikten sonra kahve falıma bakmanızı isterim”demiştim biraz nazlıca. Hiç itiraz etmeden büyük bir doğallıkla “bakarım” dedi. 

 Tülay Hanım’ın verdiği cevaba şaşırmıştım.  Kahve falına bakmayı bilenler biraz naz eder, pek anlamadığını söyleyerek bu işten sıyrılmaya çalışırdı. 

Kuaförden birlikte çıkıp yürüdüğümüzde, Tülay’ın ince topuklu ayakkabılarına biraz endişeyle bakmıştım. Hafif yokuşlu çakıl yolda, ince topuklu ayakkabılarıyla eve kadar nasıl yürüyecekti? Tülay’a bu topuklarla rahat olup olmadığını sorduğumda hiçbir sorun yok diye sorumu cevapladı. Aldığım cevap beni rahatlattı. Yürüyerek eve vardık. Hemen balkonun kapısını açarak misafirimi balkondaki masaya davet edip  “Siz denizi seyredip dinlenirken ben hemen kahvelerimizi yapıyorum” diyerek mutfağa geçtim. Amerikan tarzı mutfağımda misafirimi rahatça  görebiliyordum. 

Bakır cezvede kahvelerimizi pişirip balkona geçtiğimde misafirimle karşılıklı oturup kahvelerimizi içmeye başladık. 

Tülay, rezervasyon yaptığı otelde bir yanlışlık yapıldığını, başka bir otelde kalacak yer bulup bulamayacağını sordu bana. Ada’da fazla turist olmadığından rahatlıkla yer bulabileceğimizi söyledim.  

 Kardeşimin Türkiye’ye gittiğini, odasının boş olduğunu, eğer kalmayı kabul ederse çok memnun olacağımı söyledim. Tülay teklifim için teşekkür edip “Elbisemi ütüleyebilir miyim?”  diye sordu. Hemen ütü masasını hazırlayıp ütünün fişini taktım. Onu odaya buyur ettikten sonra odadan çıkıp balkona geçtim.  

Ütüyü bitirdikten sonra balkona gelen Tülay, fincanın kulpundan tutarak hafifçe yüzüne yaklaştırıp  bir süre inceledikten sonra nihayet konuşmaya başladı. Kendisini pür dikkat dinlerken Tülay’ın fincandaki şekillerle ilgilenmediğini, hislerini dile getirdiğini fark ettim. 

O gün bana anlattıklarını hayal meyal hatırlıyorum. Çok net hatırladığım bir şey varsa oda tanıştığım insanın sıra dışı ve samimi bir insan olduğuydu. Tülay’a telefon numaramı verdim ve eğer kendisi de isterse onunla görüşmeyi istediğimi söyledim. O da telefon numarasını verdi. İstanbul’da cep telefonu kullanıyordum. Kıbrıs henüz bu sisteme geçmediği için ev telefonumun numarasını verdim. Tülay’da Ankara’da ailesi ile birlikte oturduğu evin telefon numarasını verdi.  

“Beni arayacak mısın?” diye sorduğumda beni aradığınız sürece ben ararım diye çok net bir şekilde cevapladı sorumu. Verdiği cevaptan etkilenmiş, bir benzerime rastladığımdan emin olmuştum.  

Limandaki otelde Tülay’a oda ayırtmak üzere evden çıktık. Yol biraz yokuş aşağı olduğu için sohbet ederek otele varmıştık. Resepsiyona yanaşıp boş odalarının olup olmadığını sordum. 

Görevli hanımefendi boş yerimiz var dediğinde  Tülay’ın rezervasyonunu yapabilmesi için onunla yer değiştirdim. 

Resepsiyona bakan görevli komiye seslenip odayı göstermesi için anahtarı uzattığında ben de vedalaşmaya hazırlanıyordum ki Tülay, odaya birlikte çıkmamız mümkün mü? Dedi. Kendimi biraz da ev sahibi olarak gördüğümden odasına kadar refakat edip odayı kontrol edişini izlemekle yetindim. Tülay odayı beğendiğini söylediğinde onu akşam yemeğine davet edip otelden ayrıldım.  

Akşam yemeğinde Girne’nin en ünlü kebapçısında buluştuk. Lokanta çok kalabalıktı. Birçok müşteri gibi bizde ayakta bekliyorduk. Müşterilerin çoğunluğu İngilizlerdi. Bizi fazla bekletmeden hemen boşalan camekâna yakın bir masaya davet ettiler. İkimiz de Kıbrıs’ın meşhur “Şeftali Kebabını” sipariş verdik. Ne içeceğimizi konuşurken ben kırmızı şarap içeceğimi söyleyince Tülay da ben hep beyaz şarap içerim demişti. Oldukça şaşırmış bir vaziyette ama kırmızı et yiyoruz diye itiraz ettiğimi hatırlıyorum. Arkadaşım hem kırmızı  hem beyaz etle beyaz şarap içerim deyince ben de tercihimi değiştirip bir şişe beyaz şarap söyledik. 

Kebabımız geldiğinde Tülay adeta fısıldarcasına bu Arda Bey, dediğinde çok şaşırmıştım. Çünkü; deniz kıyısındaki otelin ve Girne’nin en ünlü kebapçısının oğlu bize bizzat servis yapıyordu. Arda Bey, orta boylu, esmer siyah saçlı, sivri burunlu, başı önünde işini büyük bir ciddiyetle ve ustalıkla yapan biriydi. İlgi çeken burnu, bu genç adama zeki bir ifade veriyordu. 

Sessizce kebaplarımızı yerken   beyaz şarabımızı yudumladık. Kebapla birlikte içtiğim beyaz şarabı pek yadırgamadım. Demek ki sofrada insana eşlik eden kişi uyumlu olunca farklılıklar pek yadırganmıyor.

Ertesi gün marinada balık lokantalarından birinde buluşmak üzere ayrıldık. Çakıl taşlarıyla döşenmiş hafif yokuşlu sokağı tırmanırken limandan hala müzik sesleri ve kızarmış balık kokuları geliyordu. 

Öğleden sonra saat kaçta buluşacağımızı öğrenmek için Tülay’ı aradığımda İstanbul’a dönmek zorunda kaldığı için özür dileyince içimde bir boşluk oluştu.  Bu boşluğu nasıl dolduracağımı bilemedim. 

 Zaman zaman telefonla konuşup sohbet ediyorduk. Tülay’ın babası tanınmış bir iş adamıydı. Ankara Kızılcahamam yakınlarında bir çiftlikleri olduğu için benim gibi o da doğayı ve hayvanları çok seviyordu. Atlara tutkuyla bağlı iyi bir biniciydi. 

Yazın sonuna doğru bir akşam kapı çalındığında karşımda Tülay’ı görmek beni sevindirmişti. Hiç beklemediğim bu sürpriz beni şaşırttığından biraz geç de olsa arkadaşımı içeri buyur ettim. Elindeki paketi bana uzatırken yaptığım resimlerden birini size hediye getirdim dedi. Paketi açıp pencerenin yanındaki duvara asılı resmi kaldırıp yerine hediye geleni astığımda Tülay’a teşekkür ettim. Artık evimde ondan hatıra bir armağan vardı. 

Arkadaşım benimle değilken bile anısıyla kendisini hatırlatacaktı.  

Kahvelerimizi yaptım. Herkül de minderinin üstünde oturuyor, misafirimizi inceliyordu.  

Tülay’a Kıbrıslı yazar ve ressam Özden Selenge‘den aldığım resimleri gösterdim. Ressamla ilgili kısaca bilgi verdim. Özden Hanım, yazdığı romanların kahramanlarını yaptığı resimlerde canlandırıyordu. Resme olan ilgimden dolayı Kıbrıs’taki ressamları da tanımaya çalışıyordum. Özden Hanım, okuduğum Üniversitede resim sergisi açmıştı. Ve sergide tanışmıştık. Sergideki iki resmini satın aldım. Sergi bittikten sonra resimleri evime kadar getirme  inceliğinde bulundu.  

Ressam William Dreghorn‘un Girne’de İkon müzesine çıkan sokağı resmettiği suluboya tablosunu gösterdiğimde, Tülay ressamı tanımadığını söyledi.

Gecenin geç saatlerine kadar sohbet ettik. Tülay’ın iki veya üç günlüğüne İtalya’ya gidip sadece müzelerde resim sergilerini görmeye gittiğini bildiğimden çok detaylı bilgiler verme gereği duyuyordum. 

 Tülay vedalaşmak üzere kalktığında sabah Lala Mustafa Paşa Camisini ziyaret etmeyi düşündüğünü söyleyince turistik bir gezi mi? diye sordum. Hayır hayır! Adaya her gelişimde mutlaka giderim. Bu ziyaret beni rahatlatır ve huzur verir. Siz de bana eşlik etmeyi düşünmez misiniz? diye sorunca   Bu yolculukta büyük bir keyifle ona eşlik edebileceğimi söyledim ve vedalaştık. 

Araba, Beşparmak Dağlarını tırmanmaya başladığında sabah serinliğiyle birlikte mis  gibi çam ağacı ve çiçek kokularına eşlik eden bin bir çeşit kuş cıvıltılarının eşlik ettiği  mistik bir yolculuğa çıkmıştım.

 Dağın tepesinden aşağı doğru kıvrılırken, uçsuz bucaksız turkuaz rengi beyaz  köpükleriyle dalga dalga hızla kıyıya koşan Akdeniz’i arkamızda bırakmıştık artık.   

Sağ tarafımızda, başı dumanlı Bufavento Kalesinin silueti görünüyordu.  

Yolun virajlı oluşu, yolculuk süresini uzatıyordu. Yanımda oturan Tülay, Meryem Anayı andıran duru ve insana huzur veren sessizliğiyle sanki yanımda bir ikonayla yolculuk yapıyormuşum hissini  veriyordu. Bense her ağaçta, her çiçekte ve her kuşta doğanın güzelliklerini yudumluyordum. Büyük bir tutkuyla, gördüğüm hiçbir ayrıntıyı kaçırmak istemiyordum. Envanter tutan bir işkolik gibiydim. Bir farkla ben, kayıtlarımı beynimde ve yüreğimde tutuyordum. 

Dağ yolunu yarıladığımızda   karşımızda uçsuz bucaksız “Mesarya Ovası” artık görünmüştü. 

İleride irili ufaklı köyler ve uzaktan bir kilise görunüyordu. Yolun sol tarafında ise  “St. Barnabas Müzesini” gösteren bir sarı tabela. 

Adeta her yerden tarih fışkırıyordu  

Antik Salamis Harabelerini geride bırakıp deniz kapısından meydana vardığımızda gökyüzünden adeta yeryüzüne kondurulmuş devasa  yapı, bütün ihtişamıyla karşımızda duruyordu.  

Lala Mustafa Paşa Camisi, bulunduğu bölgedeki en dikkat çekici mimari yapıydı. Eski dönemlerde inşa edilen surların tam olarak orta kesiminde yükselen, özellikleri ve içinde yer aldığı coğrafyanın kendine has mimarisini yansıtıyordu. 

Meydanda bir grup, turist rehberlerinin etrafında toplanmıştı. Ben heyecanla bu görkemli yapıyı izlerken bir yandan da rehberin anlattıklarını kaçırmamaya özen göstererek büyük bir dikkatle dinliyordum. 

Uzun boylu, yanık tenli rehber, yapının tarihi ve mimari özelliklerini en ince ayrıntısına kadar anlatıyordu. 

Lala Mustafa Paşa Cami, eski bir Katolik mabedi olan Aziz Nikolas Katedral’iydi. 

Lala Mustafa Paşa Cami, Lüzinyanlar döneminde yapılmıştı. Lüzinyan Kralları, önce Lefkoşa’da St. Sophia Katedrali’nde Kıbrıs  kralı, sonra da Magosa’da St. Nicholas Katedrali’nde Kudüs kralı, olarak taç giymişler. 

 Tülay’la birlikte caminin içine girdiğimizde huşuyla titremiştim.

Çok yüksek kubbesiyle göklerin ebedi üstünlüğünün, insanın üzerinde kurduğu hakimiyet özellikle gösterilmek istenmişti. Katedral, gotik tarzda işlemeli pencereleri ile yağmur sonrası ortaya çıkan gökkuşağının göz alıcı vitraylarla içeri yansıtılıp ışığın muazzam dansı yaratılmıştı.  Kubbe altında ışık ve gölge hareketleriyle gösterilmek istenen, insanın kendini bir karınca gibi hissetmesiydi. 

 Apsis’e doğru yönelip bu güzelliklere sırtımızı döndüğümüzde sanki farklı bir boyuta geçtiğimiz, huzurla ellerimizi açtığımız o…an. 

Bir an göz ucuyla baktığımda Tülay’ında içinde bulunduğu zaman ve mekandan koptuğunu, dünyevi bütün bağlarını geride bıraktığını hissettim.

İçerde, ne kadar kaldığımızı hatırlamıyorum. Zaman yolculuğumuzda hangi boyutta olduğumuzu bütün benliğimi kaplayan huzur ve sükunetle, Tülay’la dış dünyaya adım attığımızda hatırladığım şey, güneşin altın oklarıyla gözlerimizi kamaştırdığıydı. 

  Lala Mustafa Paşa Cami, sanki zaman yolculuğunda çağından koparılıp yeryüzüne kondurulmuştu. Toprak rengiyle mavi gökyüzü arasında konumlanmış yıllara meydan okuyan mağrur duruşuyla, insanları kendisine hala hayran bırakan görkemli bir eserdi. 

Meydan ve çevre büyüleyiciydi. Yüzümüzü tarihi yapıya döndüğümüzde sol köşede gelenlere bende buradayım dercesine tüm ihtişamıyla endamını sergileyen, Cümbez ağacı kendisini fark ettiriyordu. 

 Cümbez ağacının Katedral inşaa edildiğinde dikildiği yazıyordu künyesinde. Halk arasında meyveleri “Firavun Meyvesi” olarak da biliniyordu. 

Dönüş yolculuğumuzda ikimiz de sessizdik.  Gün boyu yaşadığımız görsel şölen artık sözlü ifadeye yer bırakmamıştı. 

Kızkardeşim Zeliha’da Doğu Akdeniz Üniversitesi Hukuk Fakultesinde okuyordu. Borçlar Hukuku kitabını alması gerektiğini ve temin edemediğini söylediğinde Tülay’a söylerim o sana bulur dedim. Tülay’ı arayıp kız kardeşimin ihtiyacını söylediğimde çok nazik bir ifadeyle hemen kitabı temin edeceğini söyledi. Kitabı göndermesine gerek kalmadan yengemin vefatıyla İstanbul’a gitmek zorunda kaldım. Tülay’la Ataköy Atrium’da bir kafede buluştuk. Beline kadar inen sarı saçları, zarif giyimi ve endamıyla moda ikonlarını andıran Tülay karşımdaydı. Birbirimize uzun süredir görüşmeyen dostlar gibi sarıldık. Tülay, elindeki sarılı paketi, zarif bir hareketle masanın üstüne bırakarak “bu, Zeliha’nın istediği kitap” dedi. Teşekkür edip kitabı alırken baskısı tükenmişti nasıl bulabildiniz? diye sormaktan kendimi alamadım. Mahcup bir ifadeyle bunun cevabını bana bırakın, dedi.

 Beş veya altı yaşlarında olan yeğenimi de yanımda götürmüştüm. Tülay’ın dalgalı saçlarıyla güzel bir çocuk olan yeğenime baktığını ve kendi kendine konuşur gibi yeğeniniz ne yazık ki çok şansız ve benim gibi çok acı çekecek dediğinde şaşırmış ne diyeceğimi bilememiştim. Yanımıza gelen garson, siparişimizi  alıp masadan ayrılırken Tülay,  garsonun arkasından yapılan teklifi kabul edin dediğinde  garsonun şaşkın yüzünü gördüğümde anlam veremediğim bu konuşmaya garsonun verdiği cevapla adeta  irkilmiştim. Garson evet bir teklif aldım, günlerdir bunu düşünüyorum fakat siz bunu nereden biliyorsunuz? dediğinde oturduğum sandalyede hareketsiz kalmıştım. Bugün Tülay bir müneccim gibi kehanette bulunuyordu. Şaşkındım çünkü; kehanette bulunan modern bir genç kızdı. Tülay konuşmaya devam ederek teklifi kabul edin, pişman olmayacaksınız diye konuşmasına devam etti. Garson, heyecanlı ve birazda şaşkın masadan ayrılamıyordu. Bir kaç soru daha sorarak masadan ayrıldı. Giderken kendi kendine konuştuğu duyuluyordu. Ben nihayet kendime gelip bunları siz nasıl biliyorsunuz? dedim. Tülay’ın duru yüzü, hafif kızardı “kekeleyerek, bazı şeyleri hissedebiliyorum” diye cevap verdi.  

Ben sizi ilk gördüğümde bir şamana benzetmiştim dediğimde şaşırma sırası Tülay’daydı. Nasıl yani şaman? Seni beyaz bir atın üzerinde tıpkı “Leydi Godiva” gibi çırılçıplak Asya steplerinde, ordunun önünde atını dolu dizgin koştururken hayal etmiştim. Uzun saçların, rüzgarda savruluyordu. Eğersiz bindiğin atının yelesini kavramış, uçsuz bucaksız steplerde uçuyordun adeta. 

 Kadın şamanlar kehanette bulunup hazırladıkları ilaçlarla hasta ve yaralıları iyileştirme gücüne sahipti. Onlar, ruhlarla iletişim kurarak doğayla uyum içinde klanlarına yol gösteren kutsal varlıklardı.

Arkadaşıma gülümseyerek senin kehanetlerini de artık  anlayabiliyorum dedim. 

Tülay anneannesinin çok zengin bir Rus generalinin kızı olduğunu, sonradan  İstanbul’a gelip yerleştiğini söylediğinde tahminimde yanılmadığıma inandım. Tülay, sarı saçlarını, uzun boyu ve  zarafetini bu anneanne’den almıştı demek. 

Kıbrıs’ta tekrar buluşmak üzere istemeden ayrıldık. 

Sonbahara doğru Tülay, tekrar Adaya geldi. Aldığım yeni eşyaları gösterdim. Aldığın eşyaları neden satmayı düşünmüyorsun diye sordu? Eşyaları severek alıyorum, bir bağ oluşuyor aramızda, şimdiye kadar satmayı hiç düşünmedim diye cevapladım. Koleksiyoner olarak daha seçici davranmak gerekiyor biliyorum. Niyetim Kıbrıs’a ait Etnoğrafik eserleri toplayıp bu evi bir müze haline getirmek dedim. O halde Üniversiteden mezun olduğunda Adadan ayrılmayı pek düşünmüyorsun demek oluyor bu? deyince. Adayı çok sevdim. Burada sürekli yaşayabilirim de zaman zaman gidip dönebilirim de diye cevapladım.  

Tülay, evde epey kataloğum var, istersen sana verebilirim diye öneride bulundu. Seve seve alırım dedim. Ankara ve İstanbul’da tanıdığı aile dostu antikacılar olduğunu, onlarla gerektikçe görüştüğünü söyledi. 

Evdeki antika eşyaları topladıklarını, böylece evi daha kullanışlı hale getirdiklerini anlattı. Son haliyle antika takılar topladığını söyledi. Kapalıçarşı’daki iki kardeş mücevherciye zaman zaman takılarının bakımını yaptırdığını da…. 

İlginç olan, değerli taş koleksiyoneri olan bu genç kızın, hep imitasyon takılar kullanmasıydı. Ben, takı takmayı hiç sevmiyordum, Tülay ise bijuterilerden kıyafetleriyle çok uyumlu imitasyon  takılar alıyordu. 

Tülay, Kıbrıs’a lise son sınıftayken sınıf arkadaşlarıyla birlikte ilk defa geldiğini, deniz kenarındaki meşhur otelde rezervasyon yaptırıldığını, odasını otel sahibinin oğlunun bizzat gösterdiğini ve o anda delikanlıya karşı içinde bir sıcaklık hissettiğini anlattığında hem şaşırmış hem de bu kadar sık Adaya gelişlerinin nedenini anlar gibi olmuştum. 

İstanbul Teknik Üniversitesi Makina mühendisliğinden mezun olunca durumu ailesine açıkladığını, söyledi. Çok aydın ve çocuklarını çok seven babası da o halde ailece gidip tanışalım deyince hep beraber Adaya gelip Arda Bey’in babasının otelinde konaklamışlar.  

Bizi ailecek yemeğe davet ettiler ve ısrarla ne yemek istediğimizi sordular. Nihayetinde evlerine gittik. Girne limanına yakın bahçe içinde dubleks bir villaydı. Sofrada yalnız kuş sütü eksikti. 

Muhteşem bir sofra hazırlamışlardı. Arda Bey’in annesi gerçek bir Hanımefendiydi. İki aile tanışmış ve kaynaşmıştı. Benim de mutluluktan ayaklarım yere basmıyordu. Otelimize döndük. Dinlenmek üzere odalarımıza çekildik. Arda Bey’in babası anladığım kadarıyla sürekli otelde kalıyordu. Otel turist kaynıyordu.  

Ertesi gün babam, sinirinden çıldıracak bir vaziyette derhal toparlanmamızı ve hemen Ankara’ya döneceğimizi bize bildirdi. Tülay’ı büyük bir dikkatle dinliyordum. Geri dönüşlerinin nedenini çok merak etmiştim. 

Peki neden geri döndünüz?  

Tülay, nedenini halen bilmiyorum, bu konuda babam bize hiç bir açıklamada bulunmadı dedi. 

Babam Ankara’ya döner dönmez bu konunun bir daha açılmamak üzere kapandığını söylediğinde ben itiraz ettim ve Arda Bey’le, evleneceğimi  söyledim. O an, evde kıyametler koptu ve babam beni evden kovdu. Birden kendimi kapının önünde buldum. Ne yapacağımı, nerede kalacağımı bilmiyordum. Sudan çıkmış balığa dönmüştüm. Peki ne oldu? Babanı bu kadar sinirlendiren şey ne olabilir diye sorduğumda bilmiyorum diye çaresizce cevap vermişti Tülay. Belki otelde bir şey gördü. Ne olduğunu halen de bilmiyorum. 

  Bir trajediye tanık oluyordum. Bu kadar güzel ve eğitimli iyi bir aileye mensup arkadaşım çok acı çekmişti. Arda Bey, evlilik teklifini yinelemedi mi? Evet Ankara’ya geldi. Evlenelim diye ısrar etti. Ailemin onaylamayacağı bir evliliği yapamayacağımı söyledim kendisine. Bu çok yaman bir çelişkiydi. Hem babanıza rest çekip evleneceğinizi söylüyorsunuz hem de aileniz onaylamadığı için evlenmiyorsunuz. Anlamak zordu. Tülay, çok hassas, ailesine çok bağlı ve prensipleri olan bir kızdı. 

Ailemin birçok şehirde evleri vardı. Gizlice her seferinde bu evlerden birinde kalıyordum. Kaldığım evlerden birine gelecekleri zaman annem bana gizlice haber verirdi. Hemen ayrılırdım oradan. Editörlük yaparak hayatımı kazanıyordum.  Babam bize siz hiçbir zaman aç kalmazsınız derdi bir zamanlar. Bizi iyi yetiştirmişlerdi.  

Yayınevleri için editörlük yaparak kazandığım para,  kirayı ancak  başkalarıyla paylaşırsam geçimimi  sağlamaya yetiyordu. 

İstanbul’da aynı evi paylaştığım kızların, ipe astığım iç çamaşırlarımı birbirlerine göstererek bu kazancıyla bunları alamaz diyerek imalı konuşmalarına tanık olduğum zamanlar sinirden çıldıracak gibi oluyordum. Ev arkadaşlarımdan, çok özenilerek yetiştirilmiş, ipek iç çamaşırları  giyen, yaşadığı trajediyle evinden ailesinden olan, aşk acısıyla sınanan bir insanı anlamaları beklenemezdi. Aşk acısını yaşayan biri olarak, onurumla, var gücümle, ayakta durmaya çalışıyordum. Bana yakışan da buydu. Ailemin onaylamadığı bir evliliği gerçekleştiremiyor, sevdiğim adamdan başka kimseyi gözüm görmediği için de hiçbir evlilik teklifini kabul etmiyordum.  

Kolum kanadım kırılmıştı. Baharda çiçek açan meyve ağaçlarına, dolu vurduğunda neye uğradıklarını bilemez halde çiçekleriyle birlikte dallarındaki taze açan dal ve yapraklarını nasıl dökerse ben de öyleydim. 

 Yaşadığım sorunları sevdiğim adamla gururumdan dolayı paylaşamıyordum. Sadece sesini duyabilmek için telefonla konuşuyordum Arda beyle. Fırsat buldukça da iki veya üç günlüğüne Adaya gelip sevdiğim adamı görüyordum.  

Kıbrıslı tanıdıklarım buranın suyunu içen bir daha gelir derdi. 

Arda Bey, ısrarla bir an önce evlenmemiz konusunda ısrar ediyordu. Aileme rağmen bunu yapmam imkansızdı. Arda Bey, Ankara’ya gidip annemi ikna etmeye çalışmıştı. O da ne yapacağını bilemiyordu. Belirsizlik keskin dişleriyle bir fare gibi içimi kemiriyordu. Acı çekiyordum. Yaşam benim için bir işkenceye dönüşmüştü artık. Bir boşluktaydım adeta ve bir hayalet gibi dolaşıyordum. Gergefe geçirilip Antep işi işlenen gergin bir patiskadan, tel tel çekilen ipler gibi hayat damarlarım çekiliyordu adeta.  

Kendimi bir an önce toparlamam gerektiğini biliyor ama hayata geçiremiyordum. 

Kıbrıs’a gelmeden önce rahatsızlandım. Annemle birlikte gittiğimiz doktor Akciğer filmi çektirmem gerektiğini söyledi. Filmi çektirdim. Akciğer filmime bakan doktor anneme dönerek ciğerleriniz kapkara, ne yaptınız teyze? deyince annem üzüntüsünden ne yapacağını şaşırdı. Ciğerlerim o kadar kötü bir haldeydi ki… Doktor, ancak yaşlı bir kadının ciğerlerinin bu halde olabileceğini düşünmüştü.  

Arkadaşımın hasta olduğunu öğrenmek son derece üzmüştü beni. 

Ateş düştüğü yeri yakar der atasözlerimiz. Düşen ateşin üstünü zamanla kül örter. Bu acının hafiflemeye başladığının işareti miydi yoksa özelini gözlerden gizlemenin örtmenin  bir yolu muydu? Bana, daha çok üzerini örterek gizlemenin bir yolu gibi geliyordu. Üstü küllense de ateş, için için yanmaya devam eder hep. Alevler, bir kor halinde insanın içindedir. Külü, bazen de bedenimize benzetirim. O da bir elbise gibi sarar sarmalar bütün vücudu. Dış dünyaya sadece yansıtmak istediklerimizi gösteririz. O, bizim kalkanımızdır.

Bir müzayedede içinde yarı değerli taşların olduğu bir kutu satın almıştım. Kutudan çıkan turkuaz renkli gümüş “Skarabe” (Mısır’da kutsal kabul edilen … böceği) maskotu Tülay’a hediye ettim. Ve sıkı sıkı da tembihledim. Lütfen bu anahtarlığı kullan, böylece her gün kapıyı açıp kilitlerken bu anahtarlıkla beni hatırlarsın, dedim. Tülay, Mısır’a birkaç kez gittiğini, Skarabe hediyelik eşyaları orada gördüğünü söyledi. 

Mısır’da yapılan Arkeolojik kazılarda kutsal kabul edilen çok sayıda kedi ve skarabe mumyaları bulunmuştu. Bu hayvanların mumyalanması, Antik Mısır halkı için ne kadar önemli olduğunun bir göstergesiydi. 

Tülay, çantasından hemen anahtarlarını çıkardı ve maskota taktı. Kulağındaki yeşil imitasyon küpelerini çıkarıp bana verdi. Bu küpeler onun kıyafetini tamamlıyordu ve ona çok yakışıyordu. İtiraz ettiğimde, lütfen alın diye ısrar edince verilen  hediyeyi kabul etmekten başka çarem kalmadı. 

 Hediye almak ve arkadaşına hediye vermemek onu doğal olarak rahatsız etmişti. 

İstanbul’dan kardeşlerim geldi. Dersler, eşyalar ve kardeşlerimle günlük yaşantımıza döndük. Bu arada evdeki telefonumuzun numarası değişti ve ben Tülay’a, haber veremeden İstanbul’a gidip bir süre kaldım. Kıbrıs’a döndükten sonra telefon defterimin yerinde olmadığını fark ettiğimde dünyam başıma yıkıldı. Bütün evi aramama rağmen bulamadım. Sanki yer yarılmış ve içine girmişti. Diğer telefon numaraları önemli değildi nasıl olsa bulurdum ama ya Tülay?  Kara kara düşünmeye başladım. Tülay’a nasıl ulaşacaktım. İstanbul’da Renk sinemasının yanındaki ailesine ait apartman dairesinde kaldığını söylemişti. Ataköy’de oturan çok sevdiği bir yeğeni vardı. Ailesi de Ankara’daydı. Hatırladığım kadarıyla devrin cumhurbaşkanıyla Güniz sokakta komşu olduklarını da söylemişti. Tülay’ın sağlığını çok merak ediyordum. Vizeler biter bitmez İstanbul’a gittim. İlk işim sinemanın sağında ve solundaki binalara bakmak oldu. Böyle giderse bulamayacağımı, neredeyse bütün kapıları çalmam gerektiğini, bunun da imkansız olduğunu anladım. Bakırköy muhtarına gidip durumu anlattım. Muhtar, Bakırköy’de iki muhtar var demez mi? Yolun sağı ve solu ayrı muhtarlıklar deyince iş zorlaştı. Benim için arkadaşımı bulmanın ne kadar önemli olduğunu anlattım. Muhtar, bakın hanım kızım biz kimsenin adresini veremeyiz, çok hassas bir konu bu, genelde alıcılar borçlularının adreslerini öğrenmek ister ve bu durum kötü sonuçlar doğurabiliyor. Bu yüzden adres veremiyoruz diye açıklamada bulundu. Son bir çare ben size adımı ve telefon numaramı vereyim, siz arkadaşımın adresini bulursanız kendisine haber verin, o beni arasın dediğimde muhtar, bilgisayara girip bir müddet araştırdıktan sonra bizde böyle bir kayıt yok deyince boşlukta asılı kaldım. 

Aynı şekilde Ataköy’deki muhtara gidip durumu anlattım. Muhtar, araştıracağını söyledi ve oradan da bir sonuç çıkmadı. 

Ankara’ya gitmekten başka çare kalmamıştı. Ocak ayı Ankara’nın soğuğu ve karı. Aşağı Ayrancı’daki küçük postaneye girdim. Ve Ankara telefon rehberini alıp, ayakta arkadaşımın soyadını bulup, ne kadar numara varsa yazmaya başladım. Yaz yaz bitmiyordu. Ertesi gün Dedeman oteline taksiyle gittim ve yaptığım araştırmadan bir sonuç alamadım. Tekrar İstanbul’a döndüm. Telefonu kucağıma alıp yazdığım bütün numaraları tek tek aramaya başladım. Hiçbir şekilde Tülay’a ulaşamadım. Eve gelen telefon faturası korkunçtu. Faturayı ödeyip tekrar Kıbrıs’a döndüm. 

Meraktan içim içimi yiyordu. Sağlığı nasıldı? Son sınıfta Tülay’la gittiğimiz kebap restoranında garson olarak çalışan sınıf arkadaşım bazen otelde de gidip çalışıyoruz deyince, arkadaşımın isim ve soyadını verip lütfen müşteri listesinden bakabilir misin? Diye kendisinden ricada bulundum. Dursun, bakarım dedi. Bu sefer de Dursun’u beklemeye başladım. Nihayetinde Dursun, böyle bir isim ve soyadına rastlamadım deyince umudum iyice kesildi. Mezuniyetten sonra Türkiye’ye döndüm. Evi eşyaları olduğu gibi bıraktım.  

Yaz tatillerinde Girne’ye gidiyordum. Aşırı nem eşyaları ve evi yemeye başlamıştı. Her gidişimde öncelikle eşyaları ve dolaplardaki nemi temizliyordum. Kıbrıs’ın nemli havasında bir evin kapalı kalması mümkün değildi. Bitişik apartmandaki 2. Kat komşumuz da yazdan yaza geldiklerinde mutfağın patlayan fayanslarını yenilemek zorunda kalıyordu. 

Ertesi yıl, yeğenlerim Kıbrıs’ta okumaya karar verince ev, yeniden canlanır üstündeki ölü toprağını atar diye çok sevindim.  

Aradan birkaç yıl geçti fakat ben Tülay’ı unutamadım. 

Bir yaz tatilinde, limanda yürürken birden Arda Beyin, Restoranın camekânının önünde bir arkadaşıyla oturduğunu gördüm, yürüyüp geçtim. Yıllar sonra yalnız bir sefer gördüğüm Arda Bey’i, tanımıştım. Köşeye vardığımda bütün cesaretimi toplayıp Arda Bey’e, durumu izah edip Tülay’ın telefonunu istemeye karar verdim. Bana pek doğru gelmiyordu ama başka çarem de yoktu. Yürüdüğüm yolu gerisin geri yürüyüp Arda Bey ve arkadaşının oturduğu masanın biraz uzağında durup kendimi tanıştırdım. Tülay’ın arkadaşı olduğumu, telefon numarasını kaybettiğimi, sağlık durumundan endişe duyduğumu anlattım. Mümkünse telefon numarasını bana verebilir misiniz? diye sordum. Tülay’ın adını duyar duymaz, adamcağız heyecanla hemen ayağa kalktı. Cebinden telefonunu çıkardı. Ve numarayı verdi. Merak etmeyin sağlığı iyi, geçenlerde konuştuk deyince teşekkür edip ayrıldım. Heyecandan neredeyse ölüyordum. Tülay’ı nihayet bulmuştum. 

Biraz uzaklaşır uzaklaşmaz numarayı tuşladım. Karşımda tanımadığım biri vardı ve aldığım numara yanlıştı. 

Tekrar geri dönüp numaranın yanlış olduğunu söyleyecektim ama bir taraftan da utanıyordum. Hiç tanımadığım bir adamdan tekrar gidip numarayı istemek çok zordu fakat Tülay’a ulaşmam için de bu son şanstı. 

 Tekrar masaya geldiğimde arkadaşıyla hala oturuyorlardı ve garsonlar boş masa örtülerini topluyorlardı. 

Özür dileyerek verdiği numaranın yanlış olduğunu söyledim. Adamcağız son derece saygılı bir şekilde tekrar ayağa kalktı. Bu sefer gözlüğünü taktı ve telefonundan numarayı okudu. Hemen numarayı kaydedip büyük bir mahcubiyet ve heyecanla teşekkür ederek oradan uzaklaştım. Bu sahneyi, defalarca düşünüp bir türlü cesaret edememiştim. Nihayet numara elimdeydi. Tülay’ın sesini duyduğumda dünyalar benim olmuştu.  Kıbrıs’ta olduğumu, numarasını Arda Bey’den aldığımı söyledim. Keyfime diyecek yoktu. Daha sonraki konuşmalarımızda İstanbul ve Ankara’da onu nasıl aradığımı anlattım. O heyecanla, sanki kanat çırparak bir nefeste eve vardım. Bütün çabalarıma rağmen Tülay’ı bulamadığımda bir umudum bir gün Kıbrıs’a geldiğinde tekrar eve gelip kapıyı çalmasıydı. Tülay, Kıbrıs’a bir daha hiç gelmemişti. Dursun da bana yalan söylemişti. Eğer Dursun bana baktım ve bulamadım dememiş olsaydı mutlaka bir gün otele gidip resepsiyondan numarasını daha erken bir zamanda alabilirdim. 

Tülay Ankara’daydı. Annesiyle birlikte yaşıyordu. Telefonu Arda Bey’den nasıl istediğimi heyecanla defalarca anlattım. O da aynı heyecanla beni dinledi. 

 Babası vefat etmişti. Babasının son günlerinde kendisine haber verildiğini, gidip babasıyla vedalaştığını söyledi. Bunu duyunca çok hüzünlendim. İçim acıdı bir müddet konuşamadım. Kendime geldikten sonra ancak devam edebildim. Çok yakın bir zamanda ben de babamı kaybetmiştim.  

Telefon numarasını bulduktan sonra hep konuştuk. Ne zaman sıkıntım olsa arayıp derdimi ona anlatırım. O, beni büyük bir sabırla dinler, engin bilgisiyle önerilerde bulunur. Tülay, ayaklı kütüphane gibidir. Hukuki davaları bile onunla konuşuruz.  Kütüphanede eski Osmanlıca belgeleri zaman zaman incelediğini de anlatmıştı.  

Tülay’la ilişkimiz yıllanmış şarap tadındaydı. Prensip sahibi, verdiği söze bağlı, empati kurabilen bir insandı. Günümüzdeki insan ilişkilerinde pek rastlamadığımız ender insanlardandı. 

 Anladığım kadarıyla kız kardeşlerinden de farklı bir yapıdaydı. Hayvanlara karşı çok şefkatliydi. Kedilere karşı apayrı bir sevgisi vardı. İş çıkışı marketten süt alıp kedileri beslerdi.  

Geçenlerde, bir markette çiçeklerin sulanmadığı için kuruduklarını söylediğimde bu duruma çok üzüldüğümü anlattım. Tülay da markete gittiğinde, su alıp o çiçeklere kurumasınlar su veriyorum dedi. Arkadaşımın bitki ve hayvanlara karşı şefkatli ve hassas davranışı beni duygulandırdı. Tülay, narin yapısında çok hassas bir yürek taşıyordu. 

Tülay’a yazma tutkumdan bahsettiğimde sizin yaşadığınız topraklarda çok büyük bir hazine var. Otur lütfen yaz derdi bana. Bir de anısını paylaşmıştı benimle. 

 Anadolu’da arabayla yolculuk yaparken çok susamıştım. Çeşme başında genç bir kadın görünce su içmek üzere arabadan indim. Bir de ne göreyim? Çeşmeden damla damla su akıyor ve o damla 

Damla topladığı suyu kadıncağız bana ikram etti. Bu, büyük bir fedakarlıktı. O günü asla unutamayacağını söyledi ve lütfen bunları yaz dedi bana. Tülay, günümüzde artık kaybolmaya başlayan ve yeni kuşaklara aktarılamayan, değerlerimizi bilen ve yaşatmaya çalışan türü kaybolmaya yüz tutmuş dinozorlardandı.

Geçenlerde yine telefonla konuştuğumuzda bir kitapçıda tesadüfen senin kitabını raftan aldığımı hissettim diye kehanette bulundu. 

 O’na yeşil küpelerini hiç takmadığımı ve sakladığımı söyledim. O da Skareb anahtarlığı hala kullanıyorum dedi.  

Yunan Mitolojisinde Aşk ve Güzellik tanrıçası Afrodit’in Kıbrıs’ın Baf kıyılarında denizin köpüklerinden doğduğu ve bir istiridyenin içinden çıktığı anlatılır. 

Deniz kızı bir gün Girne sahilinde bir delikanlı gördü, içinden ılık ılık bir şeyler aktığını hissetti. 

 Ve her gün aynı sahile gelip delikanlıyı uzaktan izledi.  

Yıllarca bu yolculuğu yaptı.  

Daha fazla dayanamadı. İntihar eden balinalar ve yunuslar nasıl sahile vuruyorsa o da sahile vurdu. Tek başına, kızgın Güneşin oklarının altında, altın sarısı saçları parlıyor ve göz kamaştırıyordu.  

Derisi kurumaya, pulları dökülmeye başladı.

Artık kararını vermişti. Bir daha denize dönmeyecekti. 

O bir Deniz kızıydı ve Girne sahillerinde Eros’un okuyla vurulmuştu.  

 26 Mart 2022 

Önceki İçerikBu mezarda bir garip var
Sonraki İçerikDeprem Büyük Acımız, Ders Alacak Mıyız?
Diyarbakır - Lice doğumlu İlkokulu Kayseri'de okuduktan sonra, ortaokul ve liseyi Diyarbakır'da bitirdi. Yakındoğu Hukuk Fakültesi‘nden mezun olduktan sonra Diyarbakir'a döndü. Hukukçu ve kolleksiyonerdir. Yaklaşık on iki yıl Kıbrıs'ta yaşadı. Kıbrıs'ın tarihini ve mimarisini inceledi. Bu amaçla Kıbrıs'ın müze ve ören yerlerini gezdi. Doğasını çok sevdiği Kıbrıs'ın çok kültürlü yapısından etkilendi. Yüzme ve bisiklet tutkunu olan Vecdet Dikan, fırsat buldukça doğa yürüyüşleri de yapar. Bir kitap ve edebiyat tutkunu olan Vecdet Dikan, Yaşamının tümünü edebi çalışmalarına ayırarak deneme, anı ve öykü türlerinde yazılar yazar.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz