- Zorunlu Bir Veda - 23 Nisan 2020
- Yunanistan’ın Korona Başarısındaki Sırrı Nedir? - 22 Nisan 2020
- AKP Eski Türkiye’den Şikayetinde Ne Derece Haklı? - 21 Nisan 2020
Trol deyince aklına twitterda algı operasyonuna soyunmuş bir grup gelenlerden değilseniz bilin ki Türkiye’de yaşamıyorsunuz.
Refah toplumu bilinen İsveç, Hristiyan kültürünün baskın olduğu bir coğrafya olsa da kadim İskandinav Mitolojisine de ev sahipliği yapar. Şükür ki bu ülkede iyi şeyler oluyor. İyi şeylerden biri de Başka Sinema. Başka sinemanın bize sunduğu Border (Sınır) filmini izlemek için oturduğumda zihnim karmakarışıktı.
Filme dair bir şeyler duymuş ve okumuştum ama yine de tanımlama yapacak durumda değildim; en fazla ne olabilir diyordum kendimce.
Öncelikle sarsıcı bir çirkinlikle karşı karşıya geldim. Güneşe hasret kuzey ülkesinin kasvetli bir ormanının derinleri ve kuzey denizine açılan siyah bir liman arasında sıkışma duygusu yeterince bunaltıcıydı aslında.
Bazen çirkinliğin çekiciliğine kapılırsınız. Bakarsınız ama bakmak istemezsiniz. Gözünüzü çevirir ama göz ucuyla yine takip edersiniz. Tina’nın ve Vore’nin çirkinlikten ibaret vücutları yakın çekimle daha da felakete dönüşen yüz hatları, gerçekçi bir makyaj mı yoksa insan bu kadar da çirkin olabilir mi sorunsalına ulaşan bir ikircim hali ile geçiyor film. Film arası (iyi ki) olmadığı için internetten işin aslını öğrenme kolaycılığı da yok.
Sinemanın büyülü fantazması içinde yuvarlanıp, gerçekle masalın arasında gidip gelerek geçen 2 saate yakın zamanın giderek gerçeküstüne yakınlaşan derinliğinde kaybolmanın karşılığında sonunda karnınıza bir tekme yemiş gibi çıkıyorsunuz salondan.
İnsan nedir kadim sorusunun envai çeşit cevabı olsa da modern zamanlarda insan kendine benzeyenden ibarettir demek gerekiyor.
Biz bu günlere internet devrimi ile geldik.
Dünyayı değiştiren asıl olay neydi? Çılgın bir denizci, bir kraliçeyi kandırıp yeni dünyalar keşfetmeye girişmeseydi muhtemel ki internet de keşfedilmezdi.
Dünya daha iyinin peşinde koşturan insanların kazandığı bir kumar. Bu kumarın pey akçesi öyle büyüdü ki artık bırakın dünyanın kaynaklarını bizzat kendisi tükenme eşiğinde.
İnsan keşif dediği şeyle dünyanın hiçbir gizemini bırakmadı. Her şey artık o kadar aleni ki hiçbir şey gizli kalmıyor. Farklılıklar değil benzerlikler üzerine kurulu herkesin ortak vasatında geçen bir hayattan ibaretiz.
Bize benzemeyen herşeyi ya yok ettik ya da eğer sınırı geçeceklerse bize benzemek zorundalar. İspanyol kaşiflerin ve maceracıların Amerika kıtasına, Avrupalı emperyalistlerin Uzak Asya’ya ve Okyanusya’ya yaptıkları tam da bu.
Mitolojik trollerin uğradığı hayali bir soykırımı resmeden “Sınır” aslında dünya tarihinin bütün soykırımlarının, farklı kültürlerinin yaşadığı haksızlığın bir alegorisi mi?
İsveç’in toleranslı toplumu dünyanın her yerinden bizim kadim Asurilerimiz de dahil bünyesine dahil ettiği mültecileri yersiz yurtsuzları kabul ederek belki de tam tersini temsil ediyor.
Gerçekte ise sözde tolerans saydığımız aslında büyük faciaların sonrasında küçücük flaster tarzı iyilikler. Önce hayatları yık sonra ondan arta kalana kapılar aç. Ama artık o hayatın hiç bir izi kalmasın gündelik yaşamında.
Troller belki hiç yaşamadı ama yaşasaydılar başlarına tam da filmde anlatılanlar gelirdi.
Sınır’a dair düşüncelerimi toparlarken aklımdan çıkamayan İstanbul yenileme seçimlerinin eş zamanlı mağrur/mağdur adayı Binali Yıldırım’dan Dersim’e dair açıklamalar geldi. Sadece 31 Mart’tan önce söylenenleri değil 31 Mart’tan sonra ittifak ortağının yani Devlet Bahçeli’nin söylediklerini de açıkta bırakıyordu bu söylem.
Dersim’in tıpkı varolmayan mitolojik bir kavramdan seçim malzemesine dönüşümü ibretlik bir seyirdi. İşe yarar olması kaydıyla her kavramın sömürüye açık olabileceğini de gösterdi bu söylem.
İnsanlık unuttukları ve arkada bıraktıkları ile yüzleşmeyi reddediyor çoğu zaman. Ona bu unuttuklarını hatırlatan her şeyi bilinç altının derinliklerine iteliyor.
Mitoloji dediğimiz aslında biraz da geçmişte yaşananları yumuşatmak için uydurulan masallar değil mi?
Fransız Devrimine borçlu olduğumuz milliyetçilik kavramı ile kendimize ürettiğimiz binlerce yılı kapsayan fiktif tarihsel ideolojiye kurban giden ortak yaşam kültürümüze ne kadar ağıtlar yaksak da nafile.
Geçmişi bugünün kavramları ile yargılayıp tekrar tekrar yaşamanın kolaycılığı ve her kapıyı açışı üzerine günlerce konuşabiliriz.
Sağın en sevdiği oyuncak olan popülizm yeri gelince Beka ile korkuttuğunu yeri gelince okşamaktan da çekinmez.
Avrupa’da korkutan aşırı sağın en ağır hastalığının da milliyetçilik olması tesadüf değildir. Sosyal yardımlarla bağımlılaşmış kitleleri macunlamak için kullanılan Beka söyleminin büyük kentlerde sivrisinek vızıltısı etkisi yapması ve icat edilmiş bu tuhaf seçimde ıskarta malzemeye dönüşmesinin başka açıklaması olabilir mi?
Zaten MHP de bu oyundan artık sıkılmış olmalı ki uğruna mitil attığı Binali Yıldırım’ı ağır biçimde eleştirdi. Ama bu saatten sonra kimin umurunda. Ve söylense ne söylenmese ne.
Türkiye için sadece seçimlerde malzeme olsun diye değil, seçimlerde kazananlar hapislerde sürünmesin diye de farklılıklara saygının yolunun açılmasına ihtiyacımız var.
Bu yolu kimin açacağını tam bilmiyoruz.
Kimin açmadığını ise gayet iyi anlamış durumdayız.
Sınırı mutlaka (çocuklarınızı sakınmak kaydıyla) izleyin. Ruhunuz bir taraftan sıkılacak diğer taraftan aydınlanacaksınız.
Farklı olanlar neden aramızda değil sorusunun yanıtı var bu filmde.
Farklı olanların başına neler geldiğini tahmin etmek için imgelemde yer açmanız kafidir.
Bir güncel ek:
Şenol Güneş’in teknik direktörü olması sonrası şahlanan milli takımımız dün gece tarihi bir galibiyete imza attı.
Bu vesileyle daha önce kaleme aldığım Şenol Güneş portresini bir kez daha hatırlatmak istedim.
Veysi Dündar’dan Haftanın Portresi: Şenol Güneş
Birincinin Olmadığı Ülkede İkinci Olmanın Mesuliyeti
“Tilkinin bakır hacetlemesi” deyimi önceki gece hepimiz sıcak evlerimizde oturur iken Norveç’in buz gibi havasına eşlik eden yağmurla bize kendini hatırlattı.
Halı saha bir zeminde pire gibi koşturan refah toplumu çocuklarının “5 dakkada Beşiktaş” misali iki de gol çakması ile, tam bir Vizigot eziyetine dönüşen bu tabloyu, daha da çekilmez kılan saatinin gece yarısına ikmal olduğu bu maçın, bırakın bu koşup duran sarışın adamları durdurmayı pijama giyip uyuma saatine tevafuk etmesi idi.
AKP’nin Türkiye’yi Eurovision’a sokmayıp Mekke saat dilimine endekslemesi arasındaki bağı bir tek ben mi hayal ediyorum acaba?
– Reklam –
İşte bütün bu namüsait şerait içinde yüzünü bile zor seçebildiğimiz bir kamuflaj içinde sahanın kenarında duran adam “yav benim burada bu saatte ne işim var?” demiyordu.
1970’lerin ve öncesinin tedrisatından geçmiş bir meslek erbabı ve Avrupa karşısında yenilgiden haya eden bir neslin temsilcisi olarak, 2018 yılının Kasım ayının sonunda Norveç’in adı bilinmez Sarpsborg kentindeki didişmenin sonunda yüzü gülen bu adamın adı Şenol Güneş.
Yeni Türkiye’nin bugünkü makalemize de konu olan futbol iklimi içinde siyasetin içeri ayrı dışarı ayrı mukabele içtihadıni iyi özümseyen Başakşehir FK ve hocası Abdullah Avcı zirvenin tozunu atıyor. Buna mukabil, Avrupa’da kendinden kat be kat zayıf takımlara elenip kendisine tevdi edilen ülkeyi temsil mesuliyetini ülkede şampiyon olmasını engelleyen bir formalite olarak görüyor.
Başakşehir aklı Avrupa’yı savsaklarken kendisini var eden AKP tarzı çifte kavrulmuş lokum standartlı gibi içeri ayrı, dışarı ayrı modeli de temsil ediyor. Malum yeni havaalanı Türkiye’de dünyanın en büyüğü, New York Times’da ise sadece en gelişmişlerden biridir.
Türkiye’ye medyayı ele geçirip ürettiği devasa bir mercek ile icraatlarını anlatıp dışarıda bunun mikron seviyesinde olduğunu tevsik eden AKP siyaset tarzını tarihe havale edip bu haftaki portremiz Şenol Hoca için bir kaç kelam daha edelim.
Eski Türkiye’nin öğretmen futbolcusu olarak tam da Kuzey Avrupa ülkelerinin o amatör ruhlu profesyonel tavırlı halinin ülkemizde kalmış son mirasçılarından.
İleri yaşının feraseti ile sağı solu oynamadan Gezi için ve onun bileşenleri için “bizim evlatlarımız bir şey söylüyorsa, dinlemek lazım gelir” diyecek kadar cesur ve izanlı.
Futbolun ağır rekabet ortamında sarı lacivert ile düştüğü zıtlığın Karadeniz dalgası katılığında inadının bir neticesi olduğu aşikar. Onu emekli bir öğretmen olarak Uzun Sokak çayhanesinde kitap okuyarak çevresindeki az sayıda insan yerine bütün Türkiye’ye rol model yapan Trabzonspor’a olan mesuliyeti belli ki sinir uçlarına işlemiş.
Ataşehir’de sıradan bir adem oğlu olarak arz-ı endam edip hayata karışacak kadar mütevazı ve basit yaşam tutkunu.
Futbol ekonomisinin canına okuyan kur atağından belli ki en ağır darbeyi yemiş Beşiktaş formasının kıymetine olan hürmet ile zamanın ruhuna uygun şekilde bu zor zamana adapte olan bir aksiyoner.
Çıktığı basamakların herbirine saygı duyan bir sabır timsali.
Başarının da en az başarısızlık kadar toksik etkisine vakıf bir zamane feylesofu.
Adaletin her zaman tedavül değerine inanan ve onu çöpe atanlara da iktiza ettiğini bilen bir hatırlatıcı.
Sürüyle gezen bir hamsinin estetiğini, yalnız uçan bir kartalın zerafeti ile taçlandıran söz ustası.
Geriye dönerek bakmaktan usanmayan, ileride hep daha iyisinin olabileceğini öngören bir iyimser.
Fikir ve vicdan hürriyetini önemseyen Mustafa Kemal çocuğu olduğunu gizlemeyen bir tavrın sahibi.
Sahip olduğunu kiminle paylaştığını sorgulayıp merak eden bir etikçi.
Emeğin hakkının sahada alınacağından ve maddi güce karşı yetenek ve çabayı savunan bir görev adamı.
Eski Türkiye’nin bize armağan ettiği ve değerini yeni Türkiye’nin de teslim etmek zorunda kaldığı Dünya Kupası 3.sü
Ve Türkiye 2.si.
Türkiye 1.si ise henüz daha ortaya çıkmadı.
Hamiş 1. Bir Fenerbahçeli olarak Şenol Güneş’e dair çağrışımları içeren bir yazıyı kaleme almak benim için en küçük bir tereddüt dahi içermez. Şenol Güneş futbol rekabetinin ötesinde bu ülkenin değeridir çünkü.
Hamiş 2. Cumartesi portre yazılarımı portre öznesine sormadan yazsam da bir süredir yayınlanmadan önce kendilerine saygıya binaen paylaşıyorum. Sn. Güneş de onca yorucu yoldan (Norveç dönüşü) sonra dahi mütevazı bir tavır ile naciz teşekkürünü ayağının tozu ile paylaştı. Şapka çıkarıyorum.