Türkiye’de bu savaşı sizce kim kaybeder?

2

Türkiye yaklaşık 7 yıldır asimetrik bir mücadelenin içerisinde çalkalanıyor. Taraflar çoklu, yöntemler hudutsuz, güçler orantısız. Bu konuda tezler de birbirinden çok farklı.Tam olarak ne olduğunu anlamak çok kolay değil. En doğru teşhisi, herhalde, dışarıdan bakan tarafsız gözler koyabilir.

Gelin analitik bir yaklaşım sergilemeye çalışalım.

İlk yapmamız gereken herhalde bu mücadelenin temel tezlerini ve taraflarını net anlayabilmek. Sonrasında da tarafların ne yapmak istediklerine bakmak ve toparlayıcı bir analizle işi tamamlamak. Umarım işin içinden çıkabilirim.

Tezler

Tarafların tezleri şöyle:

Birinci tez ve en güçlü tez; “Türkiye’yi mahvetmek istiyorlar” ve “iç ve dış güçler Türkiye’ye darbe yapıyor”. Bu tezin alt açılımları var. İslam alemini mahvetmek istiyorlar. İsrail ve Amerika Kürt devleti kurmak istiyor. Bölgesinde süpergüç olan Türkiye’ye komplo/kumpas kuruyorlar. Gibi bir çok alt gerekçe ortaya konuyor.
İkinci tez; Erdoğan kendi şahsi meseleleri nedeniyle, kalıcı liderliğini gerçekleştirmeye çalışıyor. Ve tam kontrol sağlayıncaya kadar, içeride ve dışarıda, Türkiye’yi bir savaşa sürüklüyor, demokrasiyi ortadan kaldırmaya çalışıyor.
Üçüncü tez; Erdoğan Türkiye’yi yönetemiyor, ekonomik çöküşe götürüyor, sosyo/kültürel ve dini alanda ayrıştırmalarla toplumu parçalıyor, ülkeyi dış politik risklere sokuyor.

Türkiye ile ilgili olayları tek başına bu tezler açıklayamayabilir. Zira başka aktörlere ve başka faktörlere bağlı olarak gerçekleşen olaylar da var. Mesele oldukça karmaşık esasen. Bu karmaşa olanları anlamayı, açıklamayı ve kavramayı güçleştirmekte.

Şimdi bu tezleri ortaya atanlara bakalım.
Birinci tezi savunanlar; Erdoğan-AK Parti, Bahçeli-MHP, Perinçek-Vatan P., Ulusalcı Sol-CHP içinde bir klik.
İkinci tezi savunanlar; Fetullah Gülen ve taraftarları, bazı liberaller, Selahattin Demirtaş-HDP.
Üçüncü tezi savunanlar; Kılıçdaroğlu-CHP, Meral Akşener- İYİ Parti, Temel Karamollaoğlu-Saadet Partisi, bazı liberaller.

Bu gruplama tam doğruyu yansıtmayabilir ama genel çerçeve böyle gözüküyor.

Birinci tez ve sahipleri

Birinci tezi savunanlara baktığımızda; bu grubun devleti ve hemen hemen herşeyi kontrol ettiği, yani güç merkezi olduğu görülmekte. Ancak Türkiye siyasetini biraz bilenlerin dahi farkedeceği, garip bir durum görüyorsunuz. Bu grubun hemen hemen tamamı, geçmişte ve halen, birbirlerini en sert eleştirenler. Buluştukları ortak nokta; “Türkiye’nin bekası risk altında” ve “vatan elden gidiyor” kavramları. Ancak şunu da hemen fark ediyorsunuz. Perinçek ve Bahçeli, Erdoğan’ı kendi fikirleri istikametinde şekillendirmeye ve yönlendirmeye çalışıyor, Erdoğan da bu aktörlerden, kendi güç ve iktidarını tahkim etmede yararlanıyor. Herkes “beka riski”ni öne sürüyor, bu beraberliği açıklayabilmek için. İlişkideki “key factor” Erdoğan’ın onlara istediklerini verebiliyor olması, onların da Erdoğan’ı güçlendirebilmeleri. Sonuçta bu beraberlik sayesinde; “kale korunmuş” ve “beka riski yönetilebilir bir noktaya çekilmiş” oluyor. Elbette bu bakış açısı; demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, medyanın bağımsızlığını ve adaleti pek umursamayı gerektirmiyor.

Üçlünün biraraya gelişi entesan hikayelere bağlı; grubun en güçlü aktörü olan Erdoğan birlikte hareket ettiği Gülen grubundan hiç ümit etmediği bir darbe aldı. 17-25 Aralık olarak zihinlere yerleşen hadiseler 2013 tarihinde gerçekleşti ve Erdoğan’a, bugün bile etkileri süren, büyük bir darbe vurdu. Erdoğan’ın pozisyon değiştirmesinde bu tarih milat oldu ve söylemlerini-partnerlerini-mücadele biçimini, belki de fikirlerini, bu tarihten sonra tam olarak değiştirdi.

Perinçek 2015 yılına kadar sosyalist söylemlere sahip, Atatürk vurgulu İşçi Partisinin başındaydı. Partisine çok sayıda emekli general ve subaylar katıldı. Şubat 2015 tarihinden itibaren sosyalist söylemdeki İşçi Partisi, “vatan müdafası” yapacak olan Vatan Partisi’ne dönüştü. Perinçek Erdoğan grubuna katıldı.

Bahçeli’nin katılımı ise oldukça dramatik. Partisinden bir grubun genel başkanlık için olağanüstü kongre talebiyle Bahçeli’yi genel başkanlıktan indirmeye girişmesi ve bu maksatla 2015-2016’da harekete geçmesi üzerine, Bahçeli Erdoğan’ın desteğine ihtiyaç duydu ve Erdoğan’a destek karşılığında, Erdoğan’ın desteğini aldı. Böylece Bahçeli de bu gruba katılmış oldu.

Üçlünün uzun süre beraberlikleri ancak Türkiye’nin “sürekli kaos ortamı”nda tutulmasına bağlı. Bu nedenle kaosu körüklemek de bu grubun stratejisine uygun.

Birinci tezi savunanlar, “tanımlanmış meşru zemini”ni çok önemsemiyorlar. Beka sözkonusu olduğu için, tanımlanmamış-meşruluğu tartışılan uygulamaları da haklı bulabiliyorlar. Bu anlayış, “meşru kontrol alanının dışına çıkmış, alternatif bir uygulama gücü ve uygulama biçimi”ni ortaya çıkarıyor.

Birinci tezi savunanlar, uygulamaya koydukları strateji ile; amaçlarını gerçekleştirebildiklerine ve Türkiye’nin bekasını temin edebildiklerine inanıyorlar. Doğru, beka geçici olarak sağlanabiliyor gözüküyor. Ama burada dikkatten kaçırmamamız gereken konu, “etkilerin geçici” olmasıdır. Halbuki kurumsal ve sosyolojik etkiler “gerçeklerle kalıcılık kazanır’’, bu unutuluyor.

Önemli hususlardan birisi de “beka” kavramının sağlıklı bir ortamda genel tartışmaya açılmamış olmasıdır. Türkiye’nin bekası nedir? Nerededir? Nasıl sağlanır? Konusu toplumsal tartışmaya tam açılmış bir konu değil. Ayrıca beka konusu popülist bir yaklaşımla ele alınıyor. Geniş kitleler sloganlar çerçevesinde beka konusunu algılıyor ve buna göre davranıyor. Bu yaklaşım; ya kitleleri kanıksamaya, ya da kitleleri vandallığa iter, unutulmamalıdır.

Birinci tezi savunanlar, bu uygulamalarını dışarıya karşı da uygulamaktadırlar. Sözgelimi demokrasi-hukukun üstünlüğü-bağımsız medya gibi kavramları önemseyen ülkeler, AB ülkeleri gibi, Türkiye ile işbirliğinde, ilişkilerde veya organizasyon paylaşımlarında, bu kriterlere uyulmasını talep etmekte, bu durumda, birinci tezi savunan grup, bu ülkeleri “kumpas kurmakla” ya da “darbe yapmakla” suçlamaktadır. Elbette böylesi durumda Türkiye’nin partnerleri, bağlı olacağı organizasyonlar, ilişki-işbirliği kuracağı ülkeler de değişme sürecine girmektedir. Ve böylece Türkiye’nin konumu; “batı uygarlığı” yerine “tanımlanamayan” olarak ortaya çıkmaktadır.

Birinci grubun en önemli riskleri; birincisi demokrasi, hukukun üstünlüğü ve medya özgürlüğünde meydana gelen ciddi kayıplar, bu durum ekonomiyi de negatif etkilemektedir. Anketlere göre, ekonomik sıkıntılar AK Parti oylarının azalmasına neden oluyor. İkinci risk ise MHP’den çıkartılan Meral Akşener’in kurduğu İYİ Parti’nin MHP’yi baraj altına itmesidir. Bu da Erdoğan’ın desteğinin azalmasına neden olacaktır. İkinci gupta yer alan HDP’nin herşeye rağmen barajı geçebilmesi ise Birinci grubu daha da etkisizleştirebilecek ve belki de tam aksine Türkiye’yi tam hukuk dışı bir yönetim modeline itebilecek ve iç kargaşaya kapı aralayabilecektir.

İkinci tez ve sahipleri

İkinci tezi savunanlara baktığımızda; bu grubun, Türkiye üzerindeki etkileri giderek azalan kesimi teşkil etmekte olduğu görülmektedir. Grubun en önemli iki aktörü, Fetullah Gülen ve Selahattin Demirtaş ekipleridir. Türkiye’nin bekasına doğrudan tehdit oluşturdukları ve eylemlerde bulundukları gerekçesi ile “terörist unsurlar” olarak suçlanıyorlar ve yasal uygulamalara tabi tutuluyorlar. Olanlara baktığımızda, bu suçlama haksız da değildir.
Bu gruptaki Fetullah Gülen ekibi; 17-25 Aralık olarak simgeleşen ve hükümetin bazı bakanlarının yolsuzluk yaptığını gündeme taşıyan operasyonların arkasında olmakla ve 15 Temmuz darbe girişimini bizatihi yapmakla suçlanıyor. Üzerinden uzun zaman geçen bu olaya bugün baktığımızda, Gülen ekibinin “güçlü izlerini” görmek daha da mümkün oluyor.

Bu iki konu elbette bağımsız mahkemelerin çözeceği konular. Bizimkisi sadece gözlem.
Fetullah Gülen grubu Türkiye’de sıfırlanınca, kilit kadroları ile Türkiye dışında mevzilenmiş görülmektedir. Grubun yurt dışında, çok öncelerden başlayan, Türkiyeli veya o ülke orijinli kadrolaşma hareketlerinin de etkisi ile, Türkiye dışına göç eden grubun etkinliği artmaktadır.

Fetullah Gülen grubunun; ABD, AB ve bu ülkelerin etkisinde bulunan gelişmekte olan ülkeler tarafından, güçlü bir şekilde desteklendiği görülmektedir. İşte bu destek Fetullah Gülen grubunun küresel güçlerce desteklenen ve onların planlarını hayata geçiren bir enstrüman olarak görülmesine neden olmaktadır. Görüntü bu kanaati haklı kılmaktadır. Fetullah Gülen grubunun “ılımlı müslümanlar yetiştirme” anlayışını benimsemesi ABD ve AB tarafından küresel planlarına uygun bulunmakta olması tezi, daha güçlü geliyor bana. Ancak öyle de olsa böyle de olsa sonuçları itibariyle meseleye baktığımızda, Gülen Grubu ile ABD ve AB arasında güçlü paylaşım alanları olduğunu söylemek mümkün. Bu hainlik midir, yoksa strateji midir, sanırım karar vermek polisiye bir meseledir.

Bu grubun kısa vadede Erdoğan’ı Türkiye içinde etkileme kapasitesi neredeyse sıfırlanmıştır. Türkiye dışındaki parçalarının da bir şey yapabilme kapasitesinin olmadığı kanaatini taşımaktayım. Tek imkanları küresel güç merkezlerinin Erdoğan hakkında alabilecekleri kararı etkilemek olarak gözükmektedir. Bu etkilemeyi şimdiye kadar yapabildikleri görülmektedir. Erdoğan’ın Rusya ve Avrasyacı gruba yakınlaşması ile Türkiye’de demokrasi ve hukuka fazla uygun olmayan uygulamaları, küresel güçler nezdinde Gülen Grubuna olumlu bakılmasına sebep olmaktadır.

Grubun ikinci önemli aktörü ise Selahattin Demirtaş ve HDP’dir. Söz konusu ekip bizatihi “bölücü terör”ün içinde olmakla veya PKK terörist grubuna dahil olmak ve yardım/yataklık etmekle suçlanıyor. Söz konusu ekibin teröre bulaştığı Türkiye’de genel kabul görüyor ve hatta bu kabul, Kürtler arasında da, farklı tonda da olsa, HDP’nin suçlanmasına sebep oluyor. PKK’nın HDP’nin oy almasına silahlı bir unsur gibi dahil olduğu izlenimleri çok güçlü.

PKK’nın varlığı ve aktivasyonları HDP siyasetini kirletiyor. Selahattin Demirtaş son Haziran seçimlerinde, Türkiye ahalisinden ciddi kabul görmüştü. Ancak bu kabule bağlı olarak Türkiye ahalisi Selahattin Demirtaş’tan, partisini “Türkiyelileştirme”sini, güçlü bir şekilde talep ediyordu. Haziran ve Kasım seçim sürecini ve partileri yakından izledim. Selahattin Demirtaş’ın bu talebe çok sıcak baktığı hissediliyordu. Selahattin Demirtaş belki de ilk defa Kürt siyasi hareketini Türkiyelileştirme şansına sahipti. Daha önceki Kürt siyasi partileri daha lokal ve adeta PKK’nın içinden çıkmış, onun siyasete uzanmış kolu gibi hareket etmişler ve PKK talimatlarına tabi olmuşlar. Demirtaş, PKK silahlı gücüne ve Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgelerdeki PKK baskısına rağmen, terörü ve PKK terörünü açıktan lanetlemiştir. Bunun çok kolay olduğunu düşünmeyin. Demirtaş’ın başına dayalı silah olduğunu aklınızdan çıkarmayın.

Bu normalleşme süreci nerede ise başarılacaktı. AK Parti, Kürt siyasetinin normalleşmesine en ciddi katkı veren bir siyasi hareket aslında. Müslüman olma kimliğini ön plana çeken AK Parti, topluma da etnik parametrelerle bakmıyordu. Bu duruş HDP’den öte, Türkiye’nin de “normalleşmesine” çok büyük katkı veriyordu. AK Parti HDP’den sonra Kürt seçmenden en çok oy alan parti olması nedeniyle de Kürt seçmene sıcak durma ihtiyacını her zaman hissediyordu. Doğru yönetilecek süreç çok taraflı faydalar sağlayabilecek iken HDP’nin de meseleye doğru bakmamasının da ciddi katkıları ile, anlaşılmaz bir şekilde işe yaramaz duruma sokuldu.

Mart 2015 tarihi AK Parti HDP işbirliğini ve dolayısı ile Kürt siyasetinin normalleşmesi sürecinin son bulması gelişmelerinin başladığı, meşhur “Dolmabahçe mutabakatı”nın çöpe atıldığı tarih oldu. Taraflar birbirlerini suçladılar, sürecin kesilmesi konusunda. Daha sonra Haziran 2015 seçimlerinde Demirtaş’ın kullandığı “seni başkan yaptırmayacağız” söylemi AK Parti ile HDP ilişkisinin onarılamaz boyuta taşınmasına neden oldu.

Sebepleri ne olursa olsun, Haziran 2015 tarihinden itibaren AK Parti başka siyasete yöneldi, Erdoğan ve AK Parti milliyetçiliğe yöneldi ve HDP’yi “düşman kampına” yerleştirdi. Ve bu tarihten sonra Selahattin Demirtaş ve HDP için, hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı. Nitekim; kendisi ve partinin eş başkanı olmak üzere çok sayıda HDP milletvekili hapse girdi. Ayrıca HDP’nin neredeyse bütün belediye başkanları da hapse konuldu.

Sonuç olarak barajı geçip geçemeyeceği tartışılan ve felç olmuş bir HDP ile karşı karşıyayız. Bu vaziyetteki HDP’nin AK Partiye ve Erdoğan’a siyaseten ciddi bir zarar verebilmesi de mümkün değil. Son referandum seçimlerinde de, başsız HDP’nin sandıklara gözlemci bile koyamadığı görüldü. HDP barajı geçemezse ve Kürt seçmenden oy alabilecek başka parti çıkmazsa, barajı geçemeyen HDP’nin kazandığı, ama baraj nedeniyle alamadığı bütün milletvekillerini, AK Parti alacaktır. Tıpkı 2002 yılında olduğu gibi. İşin sırrı da burada gözüküyor.

İkinci grubun en önemli riskleri; Fetullah Gülen grubunun uluslararası desteğini kaybetmesi ve HDP’nin barajı geçememesi olarak gözükmektedir. Bu durumda her iki ekibin de “yer altına” inmesi sözkonusu olabilir.

Üçüncü tez ve sahipleri

Üçüncü tezi savunanlara baktığımızda; birinci grupla tam bir angajmana girmeden, politik kulvarı kullanarak ilerlemeye ve büyümeye çalışan bir anlayışın hakim olduğunu görebiliyoruz. Yani mahallenin kabadayısına bulaşmadan işine gücüne bakmaya çalışıyorlar. Bu gruptaki aktörlerin diğer bir özelliği de üç ayrı dünya görüşüne sahip olmaları.

CHP ve Kılıçdaroğlu; bugünün Türkiye’sinde sol-sağ kavramları çok uçlara itildiğinden, Kılıçdaroğlu’na ne kadar “sol” denebilir bilemiyorum ama sol çizgide diyebiliriz. CHP ve Kılıçdaroğlu eleştirilerinde gündelik hayatın ihtiyaçları, asgari ücret-hayat pahalılığı-madencilerin problemleri-işçi hakları-eğitim konusu gibi, problem alanlarındaki eksiklikler yeralmakta ve iktidarın kolay kolay evet diyemeyeceği teklifleri CHP çözüm olarak ileri sürmektedir. Söz gelimi asgari ücret 2000 lira olsun, geçici işçilere kadro verilsin, öğretmenlere ilave para verilsin, emeklilere yılda 2 defa ikramiye verisin gibi. Hükümeti/birinci grubu ekonomik açıdan zora sokacak tekliflerle kendi önünü açmaya çalışmaktadır. Kılıçdaroğlu “adalet kavramı”nı doğrudan ele alan Ankara-İstanbul arasını yaya olarak bizatihi yürümüş ve adalet konusunda problemi olan yaygın kitlelerin desteğini almaya çalışmıştır. Gerek parlamentoda gerekse sokakta bir çok aktivasyonlar yapmaya çalışan CHP ve Kılıçdaroğlu’nun oylarını anlamlı bir şekilde artıramadığı ve halkın gözünde, “işte problemlerimizi çözecek lider” noktasına ulaşamadığı görülmektedir.

CHP ve Kılıçdaroğlu birinci ve ikinci grubun kavgasına da tam girmemektedir. Zaman zaman, 15 Temmuz kontrollu darbe-20 Temmuz iktidarın darbesi-iktidar mağdurlarına sahip çıkma gibi bazı noktalardan topa girse de bunu çok sürdürmemekte ve geri çekilmektedir.

Kılıçdaroğlu CHP’nin klasik oylarını aşması için bir çok çıkış yolu denemektedir. Ancak gerek parti içindeki ve gerekse CHP’ye oy veren toplum içindeki “ulusalcı sol-Atatürkçü çizgi-Baykal kliği”, bu açılımları bir manada boşa çıkarmaktadır. Kılıçdaroğlu parti içindeki, deyim yerinde ise bu kavgada da çok ısrarcı olmamakta ve geri çekilen taraf olmaktadır.
Toplumun tam olarak Kılıçdaroğlu’nun arkasında durabilmesi, Kılıçdaroğlu’nun toplum için yapabileceklerine bağlı olduğu görülmektedir. Kılıçdaroğlu bunu başaramazsa parti liderliği tartışmalı bir lider olarak, “topal ördek” pozisyonunda olacaktır. Görünen Kılıçdaroğlu’nun başaramayacağıdır. Bu nedenle Erdoğan’a etkisi herzamanki sınırlarda kalacaktır.

Meral Akşener-İYİ Parti’ye bakacak olursak; bu ekibin de siyaseten netice alma yolunu seçtiği görülmektedir. Hareketin çok yeni oluşu ve Akşener’in bir yol kazasına uğramakdan, sanırım, endişe etmesi, Akşener’i daha da temkinli yapmaktadır.

Akşener esasen MHP’den çıkarılmış olan bir siyasetçi. MHP genel başkanı olabilmek için de epey mücadele verdi ve çalışmalar yaptı. Bahçeli’nin birinci gruba dahil olmasıyla elde ettiği güç nedeniyle, bu çalışmalarını başarıya ulaştıramadı.

Bahçeli’nin MHP’yi başarıya ulaştırmada ümit vermemesi ve etkili bir liderlik geliştirememesi ve kendisini Erdoğan’ın yanında konumlandırması, MHP seçmeninin önemli bir kısmını Bahçeli’nin yanından uzaklaştırdı. Bu kitle Akşener hareketine katıldı. İlaveten Erdoğan’ın yeni tercihlerinden memnun olmayan eski DYP ve ANAP’lı-klasik sağ seçmenin önemli bir kısmı da Akşener’e katılacak gözüküyor. Akşener hareketinde dikkati çeken en önemli konu ise CHP’den de önemli bir seçmen kitlesini de koparabileceğidir.

Akşener ve İYİ Parti topluma ümit vermiş, ancak daha iyi şeyler görmek kaydı ile. Mevcut Akşener ve İYİ Parti yeterli gözükmemektedir.

Akşener’in AK Partiden koparacağı miktar Erdoğan’ı ilgilendirmektedir. Bu miktar tolere edilemeyecek boyutlara ulaşırsa ve Akşener’in CHP’den alacağı seçmen miktarı AK Parti kayıplarını dolaylı olarak kapatamazsa, kızılca kıyamet o zaman kopacaktır.

Üçüncü grubun en önemli aktörü kanaatimce Saadet Partisidir. Saadet Partisi, rahmetli Erbakan Hoca ekolünün ayaktaki tek varisidir. Milli Görüş hareketinin “kök hücresi” Saadet Partisidir. Kök hücre , bildiğiniz gibi, doğurgan ve üretgendir. Erdoğan ve AK Parti’nin bütün başarısızlıklarına yönelecek Saadet, umulmadık sürprizler gerçekleştirebilir. Erdoğan’ı en çok korkutanın da bu olacağını tahmin ediyorum. AK Partiden kopan ve yedekte bekleyen, mesela Gül gibi, önemli şahsiyetlerin Saadet’e destek vermeleri hesapları tamamen alt üst edebilir.

Sonuç olarak üçüncü grup, siyaseten ilerlemeye gayret edecek, yoluna çıkartılacak bariyerleri aşabildikleri ölçüde de bunda başarılı olacaklardır. Bu başarı oranında Erdoğan’ı etkileyebileceklerdir.

Üçüncü grubun en önemli riskleri; birinci grubun önüne koyacağı bariyerleri aşamayabilecek olmaları gözükmektedir. Saadet’in baraja takılması, Akşener’in hukuki bir engelle karşılaşması, Kılıçdaroğlu’nun ulusalcı-sol-Atatürkçü bir darbe yemesi beklenmelidir.

Sevgili okurlar uzun bir yazı olduğunun farkındayım ama, konu çok çetrefilli. Bağışlayacağınızı umarım.

Ne olur, ne olmaz

Gelelim sonuca.

Son söz olarak;
– Birinci grubun; bir çok alanda ortaya çıkacak başarısızlıklar nedeniyle, ekip olarak, güç kaybedeceğini, uluslararası politik ve ekonomik baskılara maruz kalacağını, toplumsal çatışma ile yüzleşebileceğini düşünebiliriz. Bütün bu olabilecekler, birinci grubu yumuşatmayacak, uygulamalarını daha da sert noktalara taşıyacaktır.
– İkinci grubun ayakta ve hayatta kalabilmesi çok çok zordur. Yoğun bakım ünitesinde varlıklarını sürdürebilirlerse şans kabul etmeliler. Bu grubu yaşatacak olan, Türkiye dışındaki ülkelerin verebilecekleri desteklerdir. Az bir şey de değil. Gülen ve HDP iyi konumlanmış hareketler, yok olmalarına izin vermezler gibi görünüyor.
– Üçüncü grubun politik başarı şansları çok zor görülmekle birlikte, imkansız da değildir. Bakalım engelli koşuyu tamamlayabilecekler mi? Birinci grup için en önemli riski, üçüncü grup oluşturacaktır.
Peki geldik başlıktaki sorunun cevabına, kim kaybeder? Çok zor bir soru. Bu soruyu ben size sordum.
Konu o kadar karmaşık ve o kadar çok parametreye bağlı ki. Hiç beklemediğiniz birşey bütün hesapları alt üst edebilir. Ve hiç ummadığınız bir cevap ortaya çıkabilir.
Herkes çılgınca arabayı diğerinin üzerine sürüyor. Çarpışmayı tahayyül edebiliyor musunuz? Ve çarpışma sonrası hasarı?
Benim cevabım var elbette. Bana göre “Türkiye kaybeder”.
Meşhur hikayedeki gibi, kim daha çok seviyor Türkiye’yi. İşte bunu, mücadelenin yapılış biçiminde göreceğiz. Hani derler ya “sevmek bazen terkedebilmektir”. Kim terkedebilir acaba?

2 YORUMLAR

  1. Güzel toparlamışsınız, siyasiler sanırım kendilerini sürekli konuşmak zorunda hissediyorlar, bence çok düşünüp az konuşmaları gerekir, birde her konuda herkesin konuşması kalitesizliği, ciddiyetsizliği, riyakarlığı, liyakatsizliği çağrıştırıyor bende, uslup konunun önündedir, bunu bile bile usturubsuz bir uslubu benimsemiş olmalarının muhtemel nedenleri, düşünsel açıdan memleketi ileriye taşıyacak nitelikli ve yüksek işçilikli fikirleri üretme konusundaki yetersizlikleridir. Satrancı dama gibi oynuyorlar…

  2. Gerçekten bu yaşınızda Türkiye’yi çok iyi anlamışsınız ve detaylı ve bence objektif bir yazı olmuş. Diğer gazeteciler sadece kendi amaçları doğrultusunda etkileme sonuçlu yazılar yazıyor. Yazınızın sonunu da çok beğendim.
    Eklemek istediğim tek şey şu; açıkladığınız üç gruptan hariç önemli bir grup daha var o da halen ne yapacağı konusunda adım atmamış, veya belli etmeyen, olan biteni izleyen Abdullah Gül ve Eski Ak Partili milletvekilleridir. Asıl Bu grubun siyaset ortamına girmesiyle durum ciddi değişebilir. İyi Parti vitrin olarak halkta gerekli güven sağlayamadı bence.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz