Twitter Mor oda (Space)

0
Latest posts by İbrahim Yersiz (see all)

Sinan bey beni öyle takdim etti ki, sanırım bundan sonra her sözüm kadim bir kitabın ayetleri düzeyinde olmak zorunda.

Ama izin verirseniz o takdim şeklinin havasına angaje olmadan ilkin o yargıyı izah edilebilir bir usule getirmeye çalışayım.

Yoksa ayaklarım yere basmaz, bir şeyler konuşmaktan ziyade o takdim şeklinin havasına kapılıp fazla uçuk-kaçık şeyler söyleyebilirim.

Neme lazım, mesela uçtuğumu; bugün sabah kahvaltısını Nagarjuna’yla yaptığımı, öğle yemeğini Aurobindo’yla yaptığımı ve akşam yemeğimi de ilk Japon imparatoru Kan’yamato Iwarebiko’yla yaptığımı söyleyebilirim!

Yani affınıza sığınarak ortada benim hakkımda bilinen bir yanlış var ve sanırım o yanlışı düzeltmek benim sorumluluğumda.

Bundan bir zaman önce Kürt arkadaşlarda benim için filozof kelimesini kullanıyorlardı, şimdi de deyim uygunsa yazarı olduğum Ocak Medya camiasındaki arkadaşların bir kısmı da benim için aynı kelimeyi kullanıyor.

Çeşitli vesilelerle filozof veya bilge olmadığımı anlatmaya çalışmıştım, ama sanırım eksik kalmışım.

Bazen lafa geldiğinde bir şey söylemek için düşünce kuramcısı olduğumu söylerim, ama doğrusunu itiraf etmek gerekirse düşünce kuramcısı olmanın ne olduğunu bile bildiğimden pek emin değilim; hatta ne olduğumu bildiğimden bile.

Ama filozof olmadığımdan eminim; “neden” derseniz, öncelikle filozofluk tanımı yapılmış bir şey değildir.

Yani örneğin ne olunca filozof olunuyor veya olunmuyor bu konuda bir ölçü, otorite veya kriter var mı, bu konuda şahsen bir fikrim yok.

İnsanlar oldum olası ağzı laf yapan kişilere birtakım unvanlar uygun görmüşler.

Bilge ve filozofluk unvanları da bunlardan birkaçı olsa gerek.

Aslında bu unvanın öyle doğal yollardan gelmesi şahsen takdir ettiğim bir şeydir, yani seni bir otoritenin değil de tanıyan sıradan insanların sana o unvanı layık görmesi.

Hani öyle zor zamanlarda doğal liderler çıkar ya, filozoflukta o şekilde kendi kendine çıkıyor mu, onu bilmiyorum, ama o unvanın bu şekilde bana layık görülmesi belki de takdir etmem gereken bir şeydir. 

Eskiden cezaevi hayatımda da gittiğim yerlerde, gerçi gidemedik hep sürgün edildik, bana önce mahkumlar ve peşinden de cezaevi idareleri “hoca” derlerdi.

Tabii sevenler hocam derdi, sevmeyenler ise hoca derdi.

Hani derler ya üzülerek söylemeliyim ki ben hoca değilim.

Tabii ki, bunun için üzülmem gerektiğini hiç düşünmedim, bayağı hoca değilim. Aslında hiçbir unvanım veya branşımda yok, bildiğiniz adıma İbrahim denilmiş, ama aslında bir isme gerek görüldüğünden bile emin değilim.

İsim, Aristo’nun şeylerin ne olduklarını anlamamız için onları ismi bir tasnife tabi tutmasında ki gibi, insanlarda birbirlerini tanımak için ismi bir tasnife tabi tutmuşlar.

Bu, ilki basit manada at, eşek, insan, bitki ve ağaçlar karışmasın diye, diğeri de Hasan, Hüseyin, Ahmet, Mehmet karışmasın diye herhalde.

Hani yine de karıştırıyoruz, ama o kadarı da olsun diyelim.

Yani tabii bu ismi tasnifi gördüğümüz şeyler için değil, kendimiz için yapmışız, çünkü onları karıştıran biziz.

Çünkü aslında bu isimlerin o şeyleri tanımlamadıklarını biliyoruz.

Şunu da itiraf etmeliyim hiçbir unvan için çaba göstermedim, hiçbir unvanın peşinde olmadım, aksine çocukluk ve gençlik yıllarını saymasak sıradan biri olmak için çaba gösterdim.

Malumunuz gençlik yılları bir arayış evresidir, insan o yıllarda ne olduğunu veya ne olması gerektiğine karar vermeye çalışır.

Ve ikinci bir itirafta bulunmam gerekiyorsa, o yıllarda da ne olduğuma veya ne olmam gerektiğine bir karar vermedim, veremedim, çünkü hiçbir şeyde aradığım anlamı bulamadım.

Kendime hep şunu sordum, acaba insan bir şey olmak zorunda mıdır?

Ya da örneğin avukat veya doktor olunca hayatın süreğenliği içinde bir şey mi olunuyor?

Şunu gördüm; avukatlık ta bir meslektir, doktorlukta; o meslekleri önemli kılan toplumun arz-talep oranı üzerinden o mesleklere değer atfetmesidir; yani sizi ne olduğunuz değerli kılmıyor, talep gören bir mesleği seçmiş olmanız değerli kılıyor. 

Bu da şu demektir: sıradan biri olsanız bile o mesleklerden birini edindiğinizde önemli biri olmuş oluyorsunuz, yani kısacası sizi şahsiyetiniz değil mevkiiniz önemli kılıyor.

Doktor veya avukat olmak için puanlar mı yüksek?

Hayır, değil, sorun puanların yüksekliği değildir, sizin o işi ne düzeyde isteyip istemediğinizle ilgilidir. Şayet istiyorsanız öyle sıradan bir puan sistemi size engel olamaz. Yani engel puanlar değil, sizsiniz, bilincinizin size o işi yapabileceğinize olur vermesidir, çünkü siz daha işin başında o işin zor olduğunu ve başarmanızın mümkün olamayacağını kabul etmişsiniz, bilinciniz ise yalnızca size bu işin niye mümkün olmadığını kanıtlama yoluna gitmiştir.

Burada bilincinizin bir fonksiyonu yoktur, o yalnızca sizin düşüncenizde ne kadar haklı olduğunuzu size kanıtlamıştır, yani tersini düşünseydiniz bilinciniz bu seferde size onu başarmanın ne kadar kolay olduğunu söyleyecekti.

Ama izin verirseniz şu bilinç konusuna sonradan geleceğim.

Şuna bakın, sizce de ilginç değil mi, önemin sizden gelmemesi, icra ettiğiniz meslekten gelmesi?  

Toplum bu işe bu şekilde kabul vermiş; “eşeğin değeri kendinden gelmeyecek, gördüğü işten gelecek!

Bilirsiniz toplum bir şey hakkında karar verdi mi, onu öyle kolay kolay değiştiremezsiniz.

Diğer yandan yanlış anlaşılmasın ben herhangi bir mesleğin önemsiz olduğunu söylemiyorum, ama kendimi bu mesleklerin insan hizmetinde diğer mesleklerden daha önemli olduğunu söyleyebilecek durumda da görmüyorum.

Neyse konudan kopmadan yine şu filozofluk ile bilgelik konusuna dönelim.

Filozof değilim, çünkü filozofların hayatına ve uğraştıkları alanlara baktığımızda her birinin düşünceyi veya oluşu merkez alan temel bir fikirleri olduğu veya dünya görüşlerini belirli bir çerçevede inşa etmeye yöneldikleri görülür.

Bu filozofların tipik bir özelliğidir.

Bir tek Sokrates bu kuralın biraz dışına çıkar; çünkü herkes kendi dünya görüşü üzerinden olayları soyutlamaya çalışırken Sokrates insanın düşünce dünyasına yönelmiştir.

O nedenle bazı insanlar Sokrates için “o filozof değil bilgedir” der ve şahsen bende öyle düşünüyorum.

Tabii filozof ve bilgeler arasında böyle bir ayrım yapınca, bu ayrımı izah etme gerekir. 

Öncelikle şunu söylemeliyim, filozoflar ve bilim adamları deyimi de iki farklı şeydir, ancak bir filozof bir bilgeden fazla bir bilim adamına yakındır.

Çünkü filozof bir görüş inşa eder veya bilim adamı bir buluşa imza atar, bilge de onları soyutlayarak hayata uyarlama, insanların hayatlarında anlam ifade edecek bir değer haline getirmeye çalışır.

O nedenle bilge toplumun içindeki kişidir, onun bir görüşü veya icadı olmak zorunda değildir, yeter ki olanlara toplum nezdinde bir ifade getirebilir olsun.

Bilge o yüzden filozof ve bilim adamından daha kesin konuşur, çünkü o olası olanı değil, olanı konuşmaktadır.

Olası olan filozof ve bilim adamlarının işidir; yani taraflardan biri olayların içinden olası olanı seçmektedir, diğeri de topluma o olası olana bir izah getirmektedir.

Tabii filozof ve bilim adamlarının çok çeşidi olduğu gibi, bilgelerinde çok çeşidi vardır.

Ama genel kural şudur; filozof veya bilim adamı bir olaya ışık tutar, bilge de toplumun o ışık tutulan yerden nasıl yararlanması gerektiği konusuna bir açıklık getirir.

Bu açıklık bir çeşit ifadedir ve bu ifadeyi de bilgelerden sonra en iyi -af buyur- lanet olası siyasetçiler yapmaktadır; ama tabii bilgeler olanı anlatırken siyasetçiler milleti gerilerine takmak için oradan umut devşirmektedirler.

O yüzden bilgeler dışında ne filozoflar ne de bilim adamları o kadar fazla toplumun içinde değildir, bir belagat yetenekleri veya insanları ikna etmek gibi bir kabiliyetleri yoktur, onları o konuda tamamlayan kişiler genelde bilgelerdir.

Herhalde bilgeliği itibarsızlaştırıp bitirenlerde siyasetçilerdir.

Şimdi yine bana gelirsek; ben aslında kendimi bu üç kategorinin içinde de görmüyorum; niye derseniz: öncelikle filozoflar gibi temel bir dünya görüşüm yok; bilim adamları gibi ne bir icadım ne de bir unvanım var.

Bilgeye geldiğimizde ise, işin doğrusu bir bilgenin çırağı olmak isterdim, ama şunu gördüm ki, ne olayları soyutlamak gibi bir kabiliyetim var ne de bir belagat yeteneğim; öyle hocalık etmek gibi bir vasfım ise hiç yoktur.

Belki “peki” diyeceksiniz, o zaman insanlar size niye filozof diyor?

Ben bunun bir otodidakt, yani öyle kendi kendine, kendi yöntemleriyle kendisini yetiştiren biri olarak yetişme farkının getirdiği bir çeşit ifade farkından geldiğini düşünüyorum.

Yani burada insanların dikkatlerini çekme nedenim onların öğrendikleri geleneksel eğittim sisteminden farklı olarak kendi özgün metotlarımla kendimi yetiştirme ve o yetiştirmeye esas farklı bir ifade geliştirmemden kaynaklandığını düşünüyorum.

Yani filozofluğum filozof olmaktan gelmiyor, olayları onların bildikleri şekilden farklı olarak ifade etmemden geliyor.

Farklı olmak filozof olmakla eşdeğer değildir, ama bir görülme nedeni olabiliyor işte.

Aslında insanların tümü bir yere kadar kendilerini yetiştirir. Ama demek okul yıllarında aldıkları temel bilgilerin bir etkisi olacak ki, çok azı kendisini ifade ederken o geleneksel eğittim sisteminin dışında ifade eder.

O eğittim sisteminin dışına çıkanlar ise -ki devam edenler genelde çıkıyor- zaman içinde onlarda bir özgünlük yakalar, artık onların da olayları ifade şekilleri kendi tarzlarının bir neticesi olur. 

Bilirsiniz, Çetin Altan gibi bazı köşe yazarları vardı -vardı diyorum, çünkü artık yoklar- yazısını gördüğünüzde o yazıyı onun yazdığını bilirdiniz.

Bir diğeri ise, bilirsiniz insanlar kendilerini genelde birtakım aidiyetlerle ifade etme yoluna gider, bir aidiyet yoksa bile -ki bu genelde var- bir fikirle ifade eder. 

Belki de benim buradaki ikinci bir farkım kendimi bir aidiyet veya çokça kabul görmüş bir fikirle ifade etmememden kaynaklanıyor. 

Haklı olarak şimdi kendinizi neyle ifade ediyorsunuz, diye sorabilirsiniz.

Elbette herkesin kullandığı kendine özgü bir kelime örgüsüyle. 

Aslında bu özgünlük herkeste var, benimki belki de dizginlerimin başkalarının elinde olmasını sevmeme farkıdır, çünkü kendimi bir şeye veya bir yere ait hissetmiyorum.

Herhalde sırtımda bir sahip olmadan da yolumu bulabilirim.

Ama insanlar yetiştirildikleri üzere kendilerini bir aidiyetle ifade etme ihtiyacı duyar ve o aidiyeti güçlendirmek için birtakım gruplarla bir dayanışma içine girer.

Tabii bu anlaşılırdır, çünkü duygusal da olsa sahipli olmak insana iyi gelmektedir.

Örneğin devlet pek çok insan için soyut olsa da yine de bir aidiyet figürüdür, din sosyal bir kimliktir, değilse bile -ki aslında değildir- ama insanlar onun böyle olduğuna inanıyor ve hayatını o şekilde tanzim etme yoluna gidiyor.

Bana göre her aidiyet aynı zamanda kişinin hayatını toplumsal, siyasal veya kültürel bir hükmün altına rehin vermesidir.

Bu, diğer yandan insanın kendisini bir kaideye, bir kurala veya bir dine göre yaşamak zorunda görmesi zayıflığıdır.

Buna zayıflık diyorum, çünkü ancak zayıf olanlar bir yerlere yaslanma ve o yer üzerinden kendisini veya doğrularını bulmaya çalışır.

Anlayacağınız güçlü insanların bir sahibe ihtiyaçları yoktur. 

Ama kişi bu bağlaşıklara, yani bu aidiyetlere rağmen hayatından memnunsa benim açımdan bir sorun yoktur, çünkü burada önemli olan bana göre onun ne düşündüğü değil, kendisini nasıl hissettiğidir.

İnsanın ne düşündüğü elbette önemlidir, ama insan yalnızca düşüncelerinden ibaret değildir, çünkü bunu kabul etmek insanların hoşuna gitmese de düşünceler değişir ve doğrusu hiç kimse olduğu kişi değildir, herkes olduğunu sandığı kişidir.

Bildiğiniz gibi bu sanı ise bir şarta bağlı olmadığı için her gün değişebilir ve bana kalırsa değişmelidir de, çünkü kişi zaten o da değildir.

Ben şahsen özgür bir iradenin bu tür bağlaşıklara, aidiyet ve sanılara ihtiyaç duyacağını düşünmüyorum. 

O yüzden ben aidiyetler için “zayıf ruhların bir karakteri” diyorum.

Evet yanlış duymadınız güçlü karakterlerin bir aidiyete ihtiyacı yoktur.

Örneğin iyi bir insan olmanız için bir dine ihtiyacınız yoktur, eğer iyi bir insan olmak için bir dine ihtiyaç duyuyorsanız aslında bu sizin kendinizi zayıf, her an kötü olabilecek gördüğünüze işarettir. 

Motivasyona ihtiyacınız var, bu doğrudur, ama bu aynı zamanda kendinizi bulmanız için yardıma ihtiyacınız olduğu anlamına gelmektedir.

Zaten dinde burada yardımcı bir faktördür?

Açık söylüyorum, dinin tüm hükmü sizi iyi bir insan olmaya motive etmektir; tabii bunu dinin bugünkü amacından saptırılmış hali için söylemiyorum ve ne yazık günümüz dinlerinin bu özelliği geri plana düşürülmüştür, oysa dinin varlık nedeni bu olmasa da dinin evirilirken vardığı netice insanın ıslahına, yani iyi insan olmasına hizmettir.

Öyle diyanettin baldız, teyze ve haladan başlayıp diğer aile efradına cinsel anlamda göz dikmek değildir. 

Affınıza sığınarak söylemeliyim ki, bir türlü şu filozofluk ve bilgelik konusuna gelemedim.

Ama bilge de olmadığımdan eminim, çünkü toplumun içinde değilim ve Sayın Genel Yayın yönetmenimizin insanların içine katılma davetlerine rağmen katılmıyorum, toplumdan uzağım, hatta bir kimlik, şan veya unvan peşinde değilim, bunlarla mutlu olmuyorum, bunları aramıyorum, bunlara karşı bir şeyde hissetmiyorum; tüm çabam sıradan biri olma çabasıdır.

Özgürlüğün sırrı vaz geçmektir, o da sıradan biri olmayı içine sindirmekten geçmektedir.

Benim de özgürlükten anladığım budur.

Tabii bu arada bu konuda da başarılı olduğumu söyleyebilecek durumda değilim, çünkü toplumdan kaçsam da bir şekilde yakalanıyorum. 

İşte şekil ada görüldüğü gibi Sinan Bey yazarlarımızdan Şükür Gülmüş üzerinden yakaladı beni.

Ne yaparsın, dünya iyiliğin yanında kötülükle de doludur ve herkes gibi iyilikleri gördüğüm gibi bende kötülükleri görüyorum.

Şunu da ilave etmeliyim; dünyanın iyilikleriyle mutlu oluyorum tabii, ama kötülüklerin beni o kadar şaşırttığını söyleyemem, çünkü onları iyiliğin bir çeşit kefareti değil de suçlarımızın bir karşılığı olduğunu kabul ediyorum. 

Bu kötülüğün esasında kaçınılabilir bir şey olduğunu gösterir.

Ama kötülükten mutlak anlamda kaçınılabilir mi, işte ondan emin değilim.  

Ben yalnızca iyilik için gösterilen çabanın değerli olduğunu söylüyorum. 

Yine konuya gelirsek: bu bir fark mı, bilmiyorum ama hiçbir önyargım yok, hiçbir iddiam yok, insanlara mutlu olmaları için bir şey önermiyorum, onları mutlu eden şey ne ise, yalnızca ona dört elle sarılmalarını tavsiye ediyorum.

Bu gök kubbenin altında-gerçi bu deyim artık geçer bir deyim değil ama idare edin- tüm insanlar aynıdır, eşittir, kimsenin acısı bir başkasının acısından daha kıymetli değildir ve insanlık ne kadar yozlaşırsa yozlaşsın birbirlerine olan ihtiyaçları her zaman için devam edecektir. 

Yani öyle bazı felaket tellallarının söyledikleri gibi ortada bir kıyamet alameti yoktur, gerçi gezegen düzeyinde bir çözünme, bir çeşit anihilasyon var ama bu insanların gezegen olarak evlerini hor kullanmalarıyla ilgili kendi getirdikleri bir neticedir.

O yüzden insanlığın davası hep kendisiyle oldu ve hep kendisiyle olacaktır. Olmalıdır da.

Bilgeler “insanı düzeltmeden hiçbir şeyi düzeltemezsin” diyorlar.

Bu doğru bir düşüncedir, çünkü siz insanı düzeltmediğiniz sürece hiçbir şeyi düzeltemezsiniz. Kaldı ki düzeltseniz de bu düzeltemediğiniz insanlar gelip bozacaktır.

O yüzden çevreci misiniz, hayvan haklarını mı savunuyorsunuz, bunlar elbette kıymetli davalardır, ama insanı düzeltmeden bunların hiçbirini düzeltemezsiniz.

Ama belli ki hasta, hasta olduktan sonra çare arar.

İnsanda düştükçe çare arıyor işte.

Ama kötümser değilim, çünkü insanlık ayaktadır ve kötülük varsa iyilikte vardır ve bize hala doğru olanı yapmayı ne yazık diyeceğim bu iyilik ve kötülüğün karşıtlığı öğretmektedir. 

Belli ki daha uzun bir süre her devrin iyiliğine karşın kötülüğü de olacaktır ve bizi doğru yapmaya ikna eden şey bu iki durumun karşıtlığı olacaktır.

Bu da şu demektir; iyilik olduğu sürece kötülükte olacaktır ve tersi, yani kötülük olduğu sürece iyilikte olacaktır; daha ileri gidersek birinin yok olması diğerinin de yok olması anlamına gelecektir, çünkü biz henüz şeyleri ancak karşıtlarıyla bir ifadeye veya bir anlama kavuşturabiliyoruz. Ve bundan olsa gerek ki, eski bilgelerin deyimiyle onları tanımlarıyla birbirlerini tamamlayan öğeler olarak görüyoruz. 

Eğer olayı bu şekilde alıyorsak, yani iyiliğin kötülükle tanım bulduğu ifadesine katılıyorsak -ki önemli oranda öyle alıyoruz- o zaman bizi mutsuz eden şey bu olmamalıdır.

Kuşkusuz bu doğru bir düşünce değildir, doğru olan şey olanların bilince çıkarılması, bir şey yapılacaksa o minvalde yapılmasıdır. 

Biraz bilgeler gibi konuştum, bağışlayın, benim işim bilgelik değildir, yalnızca ilgi alanım bilgidir.

Genel Yayın yönetmenimiz sık sık Hindistan kültürüne hakim olduğumu ifade etme gereği görür. Kuşkusuz bu da doğru değildir, ama böyle görülmesi sorunu var ve nedeni de sanırım herkes Batı kültüründen dem vururken, benim arada bir farklı kültürleri araya taşımamdan kaynaklanmaktadır. Yoksa aslında bu benim için genel kültür içinde bir parçadır, kendimi bölgesel örneklerle sınırlamayı doğru bulmuyorum.  

Yanlış anlaşılmasın bu çok bilgili olduğum için değildir. Yalnızca bilgi denince akla Batı kültürünü getirmemizin haksızlık olduğunu düşündüğümdendir. 

Kaldı ki, dünya kültürü bilimler kadar olmasa da aslında bir bütündür, yani tek bir bilimden söz edemeyeceğimiz gibi tek bir kültürden de söz edemeyiz. 

Şunu da ilave etmeliyim, ben bu bilgiyi var etmiyorum, bende herkes gibi birilerin var ettiği bu bilgilerin diğer bilgilerle olan ilişkileri üzerinden kendimce genel bir bilgi kompozisyonu çıkarmaya çalışıyorum, kaldı ki tüm insanların yaptığı da bundan farklı bir şey değildir.

Fark, bu bilgiyi bir ifadeye kavuşturmaya çalıştığımızda ortaya çıkar, oda bendeki herhalde biraz önce ifade etmeye çalıştığımı gibi bilindik, okullardan alınmış bir ezberimin olmamasından kaynaklanıyor, çünkü ben okullardan gelmedim, söylemekten gocunmuyorum, sokaklardan geldim. 

O nedenle normal bir didaktla aramda bundan öte bir fark yoktur, ötesi bu farkın devamı olarak bilindik bilgileri farklı olasılıklar üzerinden elemekten başka bir şey değildir ki, benim buradaki eleme işinde de yaptığım herkesin yaptığından farklı değildir. 

Çok fazla ben ben diyorum bağışlayın ama bunun daha ilerisi yok fakat şunu ilave edebilirim: bu bilgi ilgiye esas müstakil bir tecrübe şekli üzerinden olasılıkları elemekten kaynaklanıyor olabilir.  

Şunu anlatmalı mıyım, aslında hepiniz sayısız olasılık eliyorsunuz, gözünüzün gördüğü dalga aralığı bile sayısız olasılığın elenmesi sonucu ulaşılmış bir karar noktasıdır. 

Yürüyebiliyor olmanız bile ona ha keza. Ama yürüyor olmanız şartlı bir ezberin tekrarı şeklinde göründüğü için siz yalnızca her adımda dengenizi bulmak için küçük birkaç olasılık elediğinizi düşünüyorsunuz. Oysa atalarımız yürüyebilmek için milyonlarca olasılık elediler ki, bugün buna farklı ifadelerle siz-biz, hepimiz evrim diyoruz. 

Bu evrim ise tamamlanabilir bir süreç değildir, hala devam ediyor, yani ilerde tekrar sürünmeye başlayıp başlamayacağımızı kimse garanti edemez.

Yani tekrar kertenkele atalarımıza “merhaba” diyebiliriz!

Bakınız bu konuda organlarla ilgili iki şık açtım, siz bunu hayatın her alanına uyarlayabilir, kabul görmüş her davranışın elenmiş belirli bir olasılık sayısı üzerinden sizi bugüne getirdiğini gözlemeyebilirsiniz. 

Kısacası hiçbir davranış kalıbı veya doğru yoktur ki, elenmiş sayısız olasılık üzerinden bu günkü kabule mazhar olmuş olmasın.

Sizin bilmediğiniz şey -ki bu bir sanıdır, siz öyle sanıyorsunuz- bu bilgilerin hepsinin sizde de olduğudur, çünkü hepsine bir yerden mutlaka tanıksınız, onu, ya da herhangi bir şeyi az biliyor olmanız ilginizin belirlediği bir bilgi oranıdır; siz ilginiz oranında bilgi sahibisiniz ve bir yerde ilginiz yoğunsa bu pek tabii olarak sizi orada bilgi sahibi yaparken başka konularda ilginizin sınırlanmasına neden olduğu için de sizi daha az bilgi sahibi olduğunuza ikna eder. 

Yani başka konularda cahil olduğunuza siz kendinizi ikna ediyorsunuz ki, bu kural benim içinde geçerlidir, ama bu düşünce doğru değildir.

Yani aslında bilgi sahibi olmanıza rağmen kendinizi bilgisiz zan eden kendinizsiniz. Kaldı ki küçük bir uyaran bile size o konuda ne kadar fazla şey bildiğinizi gösterebilir.

Evet, küçük bir uyaran. Tıpkı bir mandala basarken koca bir odanın aydınlanması gibi, size de küçük bir uyaran ne kadar çok şey bildiğinizi gösterebilir. 

Burası önemli!

İlginin iyi tarafı onu kontrol edebildiğinizde istediğiniz her bilgiyi kısa bir sürede bilince çıkarma şansıdır. Affınıza sığınarak bu cümleyi tekrar ediyorum: İlginin iyi tarafı onu kontrol edebildiğinizde istediğiniz her bilgiyi kısa bir sürede bilince çıkarma şansıdır.

Çünkü o dahi diye bildiğimiz tüm isim yapmış insanların sırrı buradan gelmektedir.

Ama ilginiz sizi kontrol ettiğinde bu güdülerin belirli bir istenç üzerinden ve genelde hep aynı yerde sizi kontrol altına aldığı anlamına gelir.

Severek yaptığınız bir rutininiz varsa ona dikkat edin, o nokta mutlaka güdülerinizin ilginiz üzerinden sizi yönettiği bir nokta olabilir.

Kısacası ilginizi de siz yönetmek zorundasınız, yoksa o sizi yönetir.

Yani daha açık bir ifadeyle siz ilginize karşı irade göstermediğinizde ilginiz sizi kontrol etmeye başlar ve gerçekte her şeye tanık olan siz ilgileriniz sınırında bilgiye sahip olduğunuzu düşünerek bildiklerinizi yok sayma yanılgısına kendi kendinizi siz düşürmüş olursunuz.

Yani aslında siz daha fazla şey biliyorsunuz.

Benim buradaki, ya da sizinle aramızdaki fark şu anda bunun farkındalığıyla bunu size anlatmamdan öte bir şey değildir. 

Bende herkes gibi ilgimi yönetmeye çalışıyorum. 

Aslında sizde ilginizi yönetmeye çalışıyorsunuz, tüm farkımız bu farkın farkındalığına sahip olup olmamamız ve farkında isek ne kadar farkında olduğumuzla ilgildir.

Kısacası tüm eserimiz yarattığımız fark kadardır.

Hani derler ya, para iyi bir hizmetkar, kötü bir yöneticidir. Kuşkusuz burada para mecaz anlamda kullanılan bir kelimedir, çünkü sizi para yönetmiyor, o yönetemediğiniz kör ilgiye esas hırsınız, yani içgüdüleriniz yönetiyor. 

O zaman demek ki aslında siz paranın efendisi değil, hırslarınızın efendisi olmalısınız veya tersi, hırsınızın efendisi değil iseniz, bu kölesi olduğunuz anlamına gelir.

Peki bu nasıl olacak?

Bu kuşkusuz bilincinizin duyularınızı veya diğer bir ifadeyle içgüdüleriniz kontrol etmesiyle.

Bu gerçekten böyle anlatıldığı kadar kolay değil tabii.

Çünkü bunun içinde bilinci yönetmek vardır

Belki diyeceksiniz ki, yönetici olan bilinç nasıl yönetilebilir?

Yönetici olan bilinciniz değil, sizsiniz.

Hint bilgeleri arasında şöyle bir söz vardır: Bilinciniz mi sizi yönetiyor, siz mi bilincinizi yönetiyorsunuz?

Çünkü esasında kötü bir efendi ve iyi bir hizmetkar olan bilinçtir ve demek ki esasında sizin kontrol etmeniz gereken odur.

Peki, bilinç kontrol edilebilir mi? 

Elbette edilebilir.

Siz bilincinizi kontrol etmediğinizde ne olur? dan başlayalım

Bilinç çözüm odaklı varlık gösteren bir organdır, siz neyi ne şekilde alırsanız alın o onu o şekilde bir neticeye bağlamaya çalışır.

Yani siz bir şeyi kötü alırsanız bilinciniz size o şeyin kötü olduğunu kanıtlama yoluna gider; iyi şekilde aldığınızda ise bilinciniz bu seferde o şeyin iyi olduğunu kanıtlama yoluna gider.

Bu da demek oluyor ki bilinç yönetilmesi gereken bir ışıktır, o ışığı tuttuğunuz yere hangi amaçla tutarsanız tutun onun size göstereceği şey o görmek istediğiniz şey olacaktır ve buna göre siz iyi olanı görmek istediğinizde bilincinizin size göstereceği şey o olacaktır; kötü olanı görmek istediğiniz ise kötü olanı gösterecektir.

Işık bir yere tutulduğunda elbette başka şeyleri de görünür bir hale getirir, onu fark etmeniz ise farkındalıktır.

Farkındalıkta kendi başına geniş bir konudur, onu belki başka bir zamanda konuşma şansımız olur, ama izin verirseniz onu şimdilik geçelim.

Hayatta veya amaçlarınızda başarılı olmanızın sırrı bu bilinci yönetme noktasındadır.

Siz bir şeyi zor görüyorsanız, bu o zor olduğu için değildir, o siz onu o açıdan gördüğünüz için öyledir ve o şekilde baktığınız sürece de sizin işin içinden çıkma şansınız yalnızca bir olasılıktır ki, bu oldukça zayıf bir olasılıktır. 

Olasılığı daha çok olası hale getirmek sizin elinizdedir.

Yani siz bir şeyi kolay gördüğünüzde, bilincinizde size onun kolay olduğunu kanıtlama yoluna gidecektir ve muhtemelen sizde pek çok başarılı insan gibi o işin içinden kolayca çıkabileceksiniz. 

Sadede gelirsek:

Bilinç size kötülüğün iyi bir şey olduğunu kanıtlamaya çalışmaz, siz kötülüğü amaç edindiğinizde o yalnızca o amaç edindiğiniz şeyin içinden nasıl çıkacağınızı göstermeye çalışır.  

Tekrar etmem gerekirse: bilinç çözüm odaklı bir organdır; gördüğü veya duyduğu her şeyi geçmiş tecrübeler ışığında sentezler, size onun içinden kendi istediğinizi vermeye çalışır, istenenin akli olup olmaması bilincin sorunu değildir, siz onu bir sorun olarak görmediğiniz sürece. 

Kısacası bilinç isteğinize bağlı olarak varlık gösteriyor, neye bulaşırsanız bulaşın o yalnızca yaklaşım amacınıza göre o işin mümkün olup olmadığını söylüyor ve siz yaptığınız o şeyin mümkün olduğuna inanıyorsanız bilinciniz size onun niye mümkün olduğunu kanıtlama yoluna gider; ama tersi, yani o şeyi imkânsız görüyorsanız bilinciniz bu seferde size onun niye imkânsız olduğunu kanıtlama yoluna gider.

Hasılı bilinçte amaca bağlı olarak varlık gösteren bir araçtır. 

Artık iyi şeyler isteyiniz bilinç size iyi olanı versin.

Çok konuştum, izin verirseniz sözü Sinan Beye vereyim.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz