Türkiye, PKK terörü ile yaklaşık 45 yıldır mücadele ediyor. 1984’te terör eylemleri başladığında, siyasiler iki buçuk eşkıya nitelendirmesi yaptı ve olayın boyutlarını sağlıklı bir biçimde anlayamadı. Terör örgütleri, güçlü sosyal taban kazandıktan sonra, örgüt mekanizmasının çökertilmesinin oldukça zor olduğu bilinmektedir. Başlangıcından bu yana terörle mücadele konusunda, güvenlik bürokrasisi içerisinde güvenlikçiler ve müzakereciler olmak üzere iki ana grubun olduğunu söylemek mümkün. Öcalan’dan ateşkes talep eden siyasiler olduğu gibi kravat ve kalem hediye eden siyasetçilerin de olduğu bilinmektedir. Güvenlikçilerin temel varsayımı, örgüt mekanizmaları ve eylem gücü çökertilmeden bir örgüt ile müzakere edilemeyeceğidir. Müzakereciler ise sosyal tabanı güçlü terör örgütlerinin mücadele ile bitirilemeyeceğini anacak yasal zemine çekilebileceğini savunuyor. Bu görüşü savunan kadroların en önemli argümanı, İRA ve İngiltere arasında yürütülen görüşme sürecidir. Ancak bu görüşü savunanların gözden kaçırdığı temel nokta, MI5’ın örgütün ikinci adamını angaje edecek kadar İRA’ya nüfuz ettiği gerçeğidir. Yani İngilizler, örgüt içerisinde yarattıkları adamları ile pazarlık edecek derecede örgüte hulul etmişlerdi. Bu düzeyde bir sızmadan sonra müzakere sürecinin yürütülmesi olağandır çünkü örgüt istihbarat örgütünün bir aparatı haline dönüştürülmüştür. Güvenlikçi yaklaşımın bir diğer argümanı ise lider ve komuta kademe merkezli operasyonların örgütleri çökerteceğidir. Bana göre bu iki yaklaşım da birlikte uygulanabilir ve eylem gücü sınırlandırılmış, komuta kademesi dağıtılmış bir örgütle, dayandığı sosyolojik tabanın dönüştürülmesi için müzakere yapılabilir.
Türkiye’de, PKK ile mücadele konusundaki bu görüş farklılıkları, her kurumda görülmektedir. Özellikle 1990’lı yıllarda, Milli İstihbarat teşkilatında bu kutuplaşmanın izlerine rastlamak mümkün. MİT içerisindeki hizipleşmeyi somutlaştıracak olursak, Mehmet Eymür’ün temsil ettiği terörle mücadele anlayışına “güvenlikçi yaklaşım”, Şenkal Atasagun’unkine ise “müzakereci yaklaşım” adı verebiliriz. Şenkal Atasagun’un müzakereci olduğu çıkarımını yapmama neden olarak veri ve bilgileri sizinle paylaşarak, bu görüşün dayandığı temeli inşa etmeye çalışayım.
Yıldırım Operasyonuna Şenkal Atasagun Engeli
Şenkal Atasagun, Milli istihbarat teşkilatının sadece bilgi toplaması gerektiğini, operasyonel faaliyetlerin polis, jandarma ve askerin görevi olduğunu düşündüğü ileri sürülmektedir. 1996 yılında, Mehmet Eymür Kontr-Terör Merkezi Başkanı, Şenkal Atasagun ise Operasyon başkanı olarak görev yapmaktadır. KTM, Abdullah Öcalan’a düzenlediği Mercedes operasyonundan sonra, Lübnan’da Öcalan’a tekrar suikast düzenlemek için Yıldırım kod adı verilen bir operasyon başlatır. Bu bağlamda KTM personelleri ve Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım, Lübnan’a gider. Operasyon başkanlığına bağlı olan Lübnan’daki istasyon şefi, operasyonda kullanılmak için getirilen araçların taşınmasında zorluk çıkarır. Yeşil’in Lübnan’da karşılaması gereken personel, Yeşil ile bir türlü buluşmaz ve operasyon uygulanamadan başarısızlıkla neticelenir. Mehmet Eymür, bu operasyonun Şenkal Atasagun tarafından Lübnan’daki post şefi kullanılarak engellendiği belirtilmektedir. Peki, bu operasyon neden engellendi? Bu sorunun bir tek cevabı olmayabilir. Şenkal Atasagun, Mehmet Eymür ve ekibinin Öcalan’ı öldürerek teşkilat içerisinde başarı kazanmasını istememiş olabilir veya Öcalan’ın öldürülmesinin örgütü ile mücadele etkili yöntem olmadığını düşünmüş olabilir. Öcalan yakalandıktan sonra, Mikdat Alpay ve Şenkal Atasagun’un basın mensuplarına yapmış olduğu açıklamada, Kürtçe TV’nin kurulması gerektiği ve terörle mücadelede yöntem değişikliğini işaret eden açıklamalar yaptığı bilinmektedir.
Şenkal Atasagun ve Mehmet Eymür’ün MİT içindeki rekabeti neticesinde Mehmet Eymür Amerika’ya, Şenkal Atasagun ise Londra’ya atanır. Atasagun, Londra görevine gitmeden önce, gazeteci Sedat Sertoğlu ile yapmış olduğu konuşmayı, Sertoğlu şu şekilde aktarır:
S.S. Ne oluyor Şenkal?
Ş.A. Ben Londra’ya tayin oldum. Ama 6 ay sonra döneceğim. Göreceksin. O zaman da herkes olup bitenlere şaşıracak. Kimse anlamayacak.
Şenkal Atasagun, söylediği gibi 6 ay sonra Ocak 1998 yılında MİT Müsteşarı olur. MİT müsteşarı olması sürecinde gazeteci Tuncay Özkan’ın ve ünlü bir iş adamının tavassutunun etkili olduğu ileri sürülmektedir. Şenkal Atasagun, MİT Müsteşarı olduktan sonra Abdullah Öcalan Türkiye’ye getirildi.
Öcalan’ın Teslim Edilmesinde Doğru Bilinen Yanlışlar
Abdullah Öcalan’ın teslim edilme sürecinin, dönemin Kara Kuvvetleri komutanı, Atilla Ateş Paşa’nın Suriye sınırında yaptığı açıklama ve Cumhurbaşkanı Demirel’in Mecliste Suriye’yi tehdit etmesi ile başladığı, söyleniyor. Ayrıca Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması ile birlikte dönemin CIA’nın Ankara istasyon şefi Terry Percival’in, MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’a giderek, Öcalan’ı asılmaması şartı ile yakalanmasına destek verebileceklerini belirttiği ifade ediliyor. Ama bu anlatı, gerçeğin bir versiyonu ve süreci net bir biçimde açıklamıyor. Gazeteci Sedat Sertoğlu’nun “Yazsam Olay olur, Ülkemizin Derin Tarihine Tutulan Mercek” adlı kitapta; Şenkal Atasagun’un dönemin CIA başkanı ile yaptığı görüşmede, Öcalan’ın yakalanması için destek istediği belirtiliyor. Dönemin CIA başkanı, Bill Clinton’un onayını aldıktan sonra MİT Müsteşarını aradığı ve Başkanın bu konuda yeşil ışık yaktığını, MOSSAD başkanı ile de görüştüğünü ve operasyona destek vereceklerini ancak Öcalan’ın Şam’dan çıkarılması gerektiğini ifade eder. Yani, Atilla Ateş Paşa, Reyhanlı’da konuşma yapıp Suriye’yi tehdit etmeden önce, CIA-MİT ve MOSSAD arasında, Öcalan’ın yakalanması konusunda bir anlaşma olduğu görülmektedir. Varılan anlaşma neticesinde, CIA Başkanı ve dönemin MİT müsteşarının, Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması için Suriye’nin savaşla tehdit edilmesi gerektiği konusunda da mutabakata vardığı belirtilmektedir. Atilla Ateş Paşa’nın Suriye sınırındaki konuşması, Demirel’in Meclisteki açıklamaları bu mutabakat doğrultusunda gerçekleşmiştir. Suriye savaş ile tehdit edilmesinden sonra CIA ve MOSSAD’dan Suriye ordusunun gücü, birliklerin durumu ile ilgili bilgiler akmaya başlar. Hatta MOSSAD’a bağlı beş kişilik bir tim, Genel Kurmay ve MİT yetkililerinin katıldığı bir toplantıya gelerek, Suriye birliklerinin konumu, cephane miktarı, Suriye ordusunun füze miktarı ve konuşlandığı yerler, Suriye topçusunun ateş gücü, harekât yeteneklerinin güncel durumu, Kara, Hava ve Deniz gücü ile ilgili istihbaratı içeren dosyayı Türk güvenlik yetkililerine iletir. Bütün bu süreçlerden sonra, Abdullah Öcalan, Suriye’den çıkarılır ve en sonunda asılmamak kaydı ile Türkiye’ye getirilir. Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, Amerikalıların Öcalan’ı Türkiye’ye neden teslim ettiklerini anlamadığını ifade etmiştir.
Öcalan Türkiye’ye Neden Teslim Edildi?
Öcalan’ın, neden teslim edildiği sorusu en can alıcı husus. Bu sorunun cevabına, Ruşen Çakır’ın, “PKK’nın Kara kutusunun anıları” adlı makalede rastlamak mümkün.1994 yılının başlarında ABD’nin Ortadoğu konularından sorumlu bir Büyükelçinin de dahil olduğu bir ABD heyeti, Öcalan ile görüşmek ister. Öcalan, Şam’da olduğu için görüşmeyi, PKK’nin Avrupa sorumlusu, Kani Yılmaz’ın Güney Kıbrıs’ta yapmasını ister. 11 Mart 1994 yılında gerçekleştirilen görüşmede, Amerikan yetkilileri, PKK’ya silah bırakması halinde Filistin benzeri bir statüye kavuşmalarını sağlayacaklarını, adım adım demokratikleşmeleri ve siyasallaşmaları gerektiklerini ifade eder. Bu görüşmeyi Öcalan’a ileten Kani Yılmaz, Öcalan’dan, Biz böyle bir teklifi kabul etmeye hazır değiliz cevabı alır. Öcalan’ın örgütün siyasallaşmasına neden karşı çıktığının cevabı Gazeteci-Yazar Mehmet Şükrü Gülmüş’ün analizinde gizli…Gülmüş; 1979’da Batman Belediyesini Edip Solmaz kazandığında Abdullah Öcalan’ın bu duruma sevinmediğini, hatta kızdığını, siz belediyeyi almakla partiyi reformistleştireceksiniz dediğini ifade ediyor. Yani Abdullah Öcalan’ın, legalleşme ve siyasileşmeye örgüt üzerindeki kontrolünü kaybedeceği için karşı çıktığını, tek güç olarak kalmak için sadece illegal alanda faaliyetler yürütmekten yana olduğu görülüyor. Selahattin Demirtaş’ın, Öcalan’ın rakibi haline gelmesi Öcalan’ın korkusunun kendine göre haklı olduğunu gösteriyor. Gelinen süreçte Abdullah Öcalan Türkiye’ye teslim edilerek, Kandil ve uzantısı olan HDP üzerindeki ABD kontrolü arttı. PKK’nın Suriye kolu olan YPG ABD’nin paralı askeri haline geldi. HDP, Türkiye’de güç belirleyici bir oyuncu haline geldi. Şam ve Iran kontrolünde olan PKK, Amerikan kontrolünde bir PKK/YPG ve HDP’ye dönüştürülerek, Türk siyasetine etki etmek için kullandığı aktörler çeşitlendi. Şam kontrolünde bir PKK mı daha tehlikeli yoksa ABD kontrolünde bir PKK mı sorusunun cevabını bulmakta zorlanıyorum. Ama Öcalan’ın teslim edilmesi ile bu sonuçlar ortaya çıktı. Rahmetli Bülent Ecevit bunun nedenini anlayamamıştı, ben kendime göre bu cevabı buldum. Öcalan’a yönelik operasyonlar başarılı olsaydı, belki Kandil liderlik yarışı neticesinde fraksiyonlara bölünüp, marjinal hale gelebilirdi ve toplumsal talebe dayalı, Kürtleri gerçekten temsil eden bir siyasi parti ortaya çıkmaya zemin bulurdu.