Tüm karmaşıklıklarına rağmen neredeyse dinlerin tümü açık oldukları iddiasındadır; dahası, doğru oldukları…
Gerçekte hangi din daha doğrudur bu konuda elimizde inanan insanların iddiaları dışında bir ‘şey’ yoktur.
Bilimsel kanıtlama çabaları ise en az o kadar beyhude bir çabadır, çünkü ‘şey’in kanıtı onu din olmaktan çıkarmaktadır, ‘şey’ olarak kalması ise din yapmaktadır.
İnsanların inanıyor olmaları ise verili bir durum değildir, ama inandıkları ‘şey’den etkilenmeleri verili bir durumdur.
Buda biz pek tabi olarak kanıtlama değil soyutlama yapmakla sınırlı tutmaktadır.
“Benim dinin senin dinini döver!”
Bu karşılıklı iddia bile George Bernard Shaw’ın alegorisindeki gibi, insanın kendi dininden kuşku duyması için yeterli bir neden olabilir.
Ama bu böyle olsa bile bu yine de dininin kültür kodlarıyla büyümüş birinin kendi dinini terk etmesi için yeterli değildir; çünkü din inançtan ibaret değildir.
Demem o ki; din yalnızca metafizik anlamda görünmez bir güce inanmak değildir, o aynı zamanda kültürdür, gelenektir, tarihtir, felsefedir ve tüm bunların üzerinden harmanlanmış bir algılama ve aidiyet biçimi olarak insanı kendisi yapan değerlerin bir toplamıdır.
İnsan bu değerlerin birini terk etse bile diğerini terk etmiyor, edemiyor, yaşamını onlardan geriye kalanların kültür kodlarıyla sürdürmeye devam ediyor. O nedenle bir kültürdeki dindar ile dinsiz arasındaki ayrım bile önemli oranda lafzidir, ondan geriye kalan yaşam biçimleri ve kültürel algılama kodları ise olduğu gibi devam etmektedir. Öyle ki; bir dindar ile dinsiz arasındaki fark birinin mabede gitmeyi kendisine görev edinmesi ile diğerinin böyle bir görevi gereksiz görmesinden öte değildir.
Dinlerin elbette kendi içlerinde bazı farklılıkları vardır, ancak belirli şekli ritüelleri ayıkladığımızda o farkın o kadar büyük olmadığını görmemiz hiç de zor değildir.
Ama yine de bazı farklar vardır; örneğin Hinduizm’de yaratılışın belirlenmiş bir hedefi yoktur, ona doğru evirildiği nihai bir noktası da yoktur, sonsuz bir yaşam ve yaşamın farklı tezahürleri vardır.
Gerçi Krişna, eninde sonunda bir nihayetten söz ediyor ama o nihayeti neredeyse imkansızlıkla eşdeğer tutuyor. O nedenle bu dinlerde cennet ve cehennem gibi korkutucu unsurlar olsa da onlar hemen varılacak bir yer olarak telaffuz edilmiyor.
Ortadoğu kökenli dinlerde ise (Yahudilikte, Hristiyanlıkta ve İslam’da) Uzakdoğu dinlerinin aksine yaratılışın belirli bir amacı ve hedefi vardır, nihayeti ise iyilerin gittiği ‘ebedi’ bir cennet ve kötülerin de gittiği bir cehennem…
Ebedîliği burada tırnak içinde veriyorum, çünkü burada bazı cehennemliklerin hiçbir zaman cennete gitmeyeceği yönünde bir belirleme var.
Hinduizm’de, Vajrayana Budizm’inde (Vajrayana Budizm’i Mahayana Budizm’inde Çin ve Uzakdoğu’ya yayılan bir ekol) ve eski Şintoizm’de cehennem vardır ama orada hiçbir ceza ebedi değildir.
Bu ebedilik konusu önemli bir itilaf konusudur; çünkü cezanın edebi olması cezanın amacıyla bir uygunluk halinde değildir; zira ebedilik günahkârın yaptığı kötülüklerden dönmesi gerekçesini, yani tövbe etmesi durumuna karşılık gelecek umudu yok etmektedir. Belli ki onlarda kabul etmesek de kötü olmanın her zaman bir mazereti vardır ve dönüşe fırsat vermek kötünün kötülüğünü bitirmesine de bir fırsattır.
Dinlerin temellinin umut olduğu ise yeteri kadar açık bir izahtır, çünkü umudun olmadığı yerde insanın kendisini düzeltmesi için bir neden de yoktur. O nedenle gelinen safha itibariyle amacı insanın ıslahı olan dinlerin ebedi cezayı izah etmesi kendi inananları açısından zor olmasa da bunu başkalarına açıklamak o kadar kolay değildir.
Dinler arasında kıyaslamalar yapmak kolay değildir, çünkü her dinin anlamı kendi inananları için müstakildir; ama olsa olsa belirli farklardan hareketle bir şeyler söylenebilir. Örneğin Pagan dinler günümüz dinleri kadar doğaya kayıtsız değildi, doğanın tahrip edilmesine hoşgörüyle bakmazdı, çünkü onda doğa kutsaldı. Tapınım suya, ağaca, rüzgâra, güneşe veya ayaydı; bu da o insanların doğanın düzenine saygı duymalarına yol açıyordu. Eğer istisnaları göz ardı edersek davranışlarında bir aşkınlık veya taşkınlık olmadığını bile söylenilir.
Geçmiş dinlerden günümüz dinlerine pek çok şey geçti, vahyedilmiş olduğu varsayılan dinlerin doğmalarına baktığımızda da o Pagan uzama, içtenlik ve derinliğe kısmen de olsa rastlamak mümkündür; kaldı ki doğaya tapmak ile doğayı kutsamak farklı şeyler olsa da bu sanıldığı kadar birbirinden uzak değildir. O nedenle vahyedilmiş dinler dogmalarının merkezine zamanı alsa da uzamı alan Pagan görüşlerden pek çok uzak değildir. Ama istisnaları hariç tutarsak, ölçüyü aşkınlığa, uyumu da her şeye tercih eden dinlerin Pagan dinler olduğunu söyleyebilir. Uyum elbette vahyedilmiş dinlerde de bir kriterdir, ancak bunun fanatizme ve deliliğe varışını izah etmek o kadar kolay değildir; hele daha büyük bir iyilik adına hayatı önemsizleştirmek ve kavgada pragmatizmden hareketle ilkesizliği bir politika olarak benimsemek ise daha zordur.
Vahyedilmiş dinler bu neticeyi zamana ve şartlara hasreder ki, bu konuda bir haklılık payı vardır, ancak bu haklılık yarattığı neticeyi aklar mı? Bundan emin değilim, çünkü tüm karşı koymalara rağmen nihilizme karşı açık bir yenilgi vardır.
Bu arada Paganizmi yücelttiğim sanılmasın ancak yaşam tabiata bağlıysa bu, bundan da çıkarılacak derslerin olduğuna işarettir.
……..