Yarı tehditkar, üçüncü sınıf, etnik / kültürel / sosyal milliyetçilik

2

Önceki gün Bulgaristan’da Başbakan Yardımcısı ve Savunma Bakanı Krasimir Karakaçanov, ülkedeki Roman azınlığın topluma entegrasyonu için hükümete sunulmak üzere bir tasarı hazırladı. Rapor çok dikkat çekici ve bir o kadar da “irrite” edici. Irkçı ve aşırı milleyetçi Birleşik Vatansever koalisyonunu temsil eden Karakaçanov, Bulgar Romanları için “marjinal topluluk” demiş ve bir de üstüne 2 çocuktan fazla çocuğu olan Bulgar Romanlarına çocuk yardımının kesilmesi, yerleştikleri yere ücretsiz kürtaj noktalarının kurulması, 16 yaşından işsiz ve eğitimsiz Bulgar Romanlarının “Terbiye Merkezlerine” gönderilmesini öngören ve bu konuda yaptırımları olan bir taslak sunmuş. Elbette ki çok tepki gelmiş.

Ancak Krasimir Karakaçanov, “Başbakan Yardımcısı ve Savunma Bakanı”, yani biraz da olsa ciddiye almakta fayda var.

Komşuda taşlar yerinden oynar mı? Sanmıyorum… “Deli saçması” denilip hatta bir de üstüne gülünüp – geçilecek bir konudur bu kanımca… Gerçi Alman Nasyonal Sosyalist Partisi (NAZİ) Alman meclisine ilk kez 6 sandalye ile girdiğinde de tüm vekiller -deli saçması- demişlerdi onların ideolojileri için…

Ancak, 7 milyon nüfuslu Bulgaristan’ın 1 milyonu Bulgar Romanlarından oluşuyor. Sofya’da bulunduğum bir sırada bunu canlı olarak analiz etme şansına sahip olmuştum. Taksiye bindim. Gideceğim yeri söyledim. Ve her o bölgedeki turist gibi bir yandan da telefon uygulamamdan GPS’i açtım. Fark ettim, taksici beni dolaştırıyordu. Ona gitmesi gereken yolu söyledim, nazikçe. Şoför sağa çekti. Arkasına döndü ve “Senin dediğin yol -tsiganin-den geçiyor. Ben arabamı kaybetmeyi göze almam. İstiyorsan sen in ve devam et…” dedi. “Tsiganin”in ne anlama geldiğini sordum; “Çingene” dedi “Çingeneler…” Adam kaygılanmıştı, ama sanırım Karakaçanov kadar değildi kaygısı…

Bizim ülkemize vurursak Bulgar Romanlarının Bulgaristan’daki nüfusunu, bu ortalama 10 milyon gibi bir nüfusa, topluluğa, zümreye eş değer olur. Türkiye’de 10 milyon gibi bir nüfusa sahip olan topluluk için böyle bir teklif, yasa ya da tasarı sunulsa… Düşünemiyorum… İktidar yanlısı, muhalefeti, meclise girememiş olan parti destekçileri hatta Kanarya Sevenler Derneği bile herkes ayağa kalkar ve tek bir cevap olur; “Hayır!”

Neden peki? Neden bizim ülkemizde olmaz?

Cevabı basit…

Biz “Anadolu Halkları” asla ama asla ‘ırkçı’ değilizdir. Evet Milliyetçiyizdir ama ırkçı değilizdir. Kimse bizim için ‘ırkçı’ diyemez. Milliyetçilik bambaşka bir şeydir, ırkçılık ise bambaşka. Irkçılık bir hastalıktır, klinik tedavi gerektiren. Bir enfeksiyondur. Hatta tüm enfeksiyon kaynaklı hastalıkların en belalısı, en şirretidir. Kanımca klinik tedavi bile işe yaramaz bu tip çoğu hastada.

Bir insanı (daha önceki yazılarımda işlemiştim) kendi seçemediği nitelikler yüzünden yargılamanın hiç bir mantıksal – bilimsel – felsefi olarak izahati yoktur. “Pis Zenci / Asyalı / Latin” gibi… Keza aynı durumda “kendi ile gurur duymanın”da izahı olamaz. “Ben Beyaz Ari Irkım” diyerek yapılan çıkışlar gibi… Bu hastalık belirtilerini gösteren insanlardan uzak durmalı, hatta belki onları “izole” etmeliyiz toplumdan… Zira hastalık kaynağı kendileridir.

Dedik ya, biz Anadolu halklarının asla bu tip takıntıları yoktur. Belki sebep; Fransız İhtilali sırasında Anadolu insanımızın çarıkla dağlarda koyun gütmesi olabilir. Belki İngiliz Sanayi Devrimini teğet geçmesi olabilir. Kim bilir Rönesans – Reform – Engizasyon Mahkemeleri gibi parametrelerle hiç tanışmamış olması olabilir. Ama bu topraklarda ben hiç Afrika kökenli birinin teninin rengi yüzünden iteklendiğine şahit olmadım. Hatta bilakis sempatiyle yaklaşılır. Ya da Kadıköy’de çiçek satan bir Roman vatandaşımızın dövüldüğünü de görmedim. Nazikçe red edersiniz. Ama asla “ırkçı” bir yaklaşımla şiddet temelli bir eğilimde bulunmazsınız. Yani Efendiler; Bizim yapımızda “ırkçılık” yoktur.

Bizim yapımızda olan şey; “Yarı tehditkar, üçüncü sınıf, etnik / kültürel / sosyal milliyetçiliktir”. Ve ne yazık ki, sanırım bu, dünya halkları arasında en çok bizdedir.

Durduk yere hatta yeni tanıştığımız birine “Eee memleket neresi?” diye sormamızın altında yatan şey kesinlikle budur… Cevap; “Trabzon” olursa “Ha bu laz…” deriz, “Antalya” olursa “Hım bu yörük” deriz, ya da “Adıyaman” olursa “Evet, sanırım bu Kürt” deriz. Sonra “Ya benim Antalya’lı komşularım vardı…” diyerek sohbete başlarız. Irkçılık mıdır peki bu? Hayır bu düpedüz; “Etnik Milliyetçiliktir.” Ve o tanıştığımız kişinin memleketine göre hemen ilk etiketi oluştururuz kafamızda… Ve deriz ki çok sonra; “Ya ben Antalyalılı bir yörükle tanıştım” diye… Bakın ayrım başladı… Ötekileştirdik hemen Antalyalı yörüğü… Bizden hiç bir farkı olmamasına rağmen… İşte bizim halk olarak yanlışımız bu kadardır, bu kadarcıktır…

Yeni tanıştığımız birinin “Kürt” kökenli bir vatandaşımız olduğunu öğrenince biraz dururuz. Ne kötüdür bu durum! O da vergi veriyor, o da ailesinde 20 yaşına gelmiş genç erkeği askere yolluyor. Ama böyle demeyiz. Neden demeyiz? Sebebi basit…. Yıllardır süren “konjektüel” medya çalışması. Haberler, TV’de gördüklerimiz, lümpen köşe yazarlarının yazdıkları, “Vatansever” ama “vatan”dan bilhaber olan siyasetçilerimiz ve bir o kadar da bizler…

Mesleki hayatımın ilk 3 yılını Muş – Bingöl – Bitlis bölgesinde geçirdim. Ve hayatımda görüp görebileceğim en misafirperver, en hoşgörülü, en nazik ve naif  insanlarla orada tanıştım. Bir gece kar – tipi gözümüzü açamazken bir köye sığındık, bir kapıyı çaldık. Kapı açıldı. Kapının açıldığını görmedik, sadece duyduk. O kadar vahim durum. Ve ev sahibi bizim için en genç küçük hayvanlarından birini kesti. Fırında pişirip önümüze koydu, tazecik yayık ayranıyla birlikte… Saat sanırım 23:30 – 00:30 civarlarıydı. Peki aynı iklim şartları içinde İzmir’de bir kapıyı çalsanız, Mersin’de, Uşak’ta, Edirne’de… Ve deseniz ki; “Hava çok soğuk, kalacak yerimiz yok, üstelik de çok açız…” 10 kapı çalsanız 2’si en fazla 3’ü sizi “buyur” ederdi. Ama biz ne dedik, o evine beni buyur eden insana, “Hım… Kürt müsün?” üstelik burun kıvırarak… Utanılması gereken bir davranış özelliği… Ama utanmıyoruz! Neden? Yıllarca çalışılmış üzerimizde toplum olarak; “Etnik Milliyetçilik” iliklerimize kadar işlemiş. Onu bu bünyeden atmak çok uzun zaman alacak gibi…

Otobüste yanımızda oturana sorarız sonra; “Memleket neresi?” diye cevap gelir, “Sivas” sonra deriz ki; “Alevi misin?” , “Evet” der yanımızdaki gayet normal bir şekilde… Anormal bir durum da yoktur zaten ortada… Etiketleme hemen başlar kafamızda; “Hıı bak Aleviymiş”. Ondan sonrası hayalgücümüze kalmış. Ama teoride veya pratikte artık o yanımızda oturan adam kansere çare bulmuş bir Onkoloji Profesörü bile olsa bizim için önce “Alevidir” sonra doktordur. Hatta ilerlemiş semptomlarda onun böldüğü ekmeği bile yemeyecek kadar aşırıya kaçacak “sofu”larımız da bu toplumda aramızda yaşamaktadır. Oysa mezhebin atadan geçen bir durum olduğunu düşünürsek “Alevi” birinin doğrudan peygamber soyundan geldiğini anlamak için çok da büyük antropolog  olmaya gerek yoktur. Ama böldüğü ekmeği yemez o sofu. Bu nedir peki? Bu işte “Kültürel Milliyetçilik”tir.

Şimdiki örneği kendimden vereceğim: Askeri Okuldaki ilk yılım… Bizden üst sınıflardan bir kaç hafta önce geldik. Yanaşık düzen eğitimi, selamlama, rütbeler falan derken neyin ne olduğunu anladık. Ve sonra üst sınıflar geldi. Gelen her üst sınıf bağırıyordu; “Erzurumlu var mı?” , “İzmirliler kim?”, “Denizliler öne çıksın….” gibi.. Ben de kendi memleketimle ilgili anonsa riayet edip, benim gibi aynı memleketten gelmiş üst sınıf “Abilerin” yanına gittim. Kendi adıma dürüstlükle söyleyebilirim ki; yaramaz – haşarı ve biraz da ukala bir askeri öğrenciydim. Bunun ceremesini çok çektim. Ama başıma gelen her türlü belada, o benden üst sınıf olan hemşehrilerimin yanına giderdim. Sıkıntımı anlatırdım. Ve adamlar avuçlarını ovuşturarak “Ya Serkan’cığım ne yapsak da kurtarsak seni bu durumdan” diye dert ederlerdi kendilerine… Ve çabalarlardı. Didinirlerdi. Yahu suçlu benim, ayıklanacak pirinç kalmamış ortada, rezil rüzva etmişim. Ne diye uğraşıyorsun? Sebep belli; “Sosyal Milliyetçilik…” Sosyal bir çevre olarak, hepimiz aynı yerden gelmişiz. Ve doğal olarak o yerden, seninle aynı yerden gelmiş olan bir diğer insanı kollamak, kayırmak, hatta hatalı bile olsa o hatalarını ört bas etmek onun – senin ya da benim görevim… Keza aynı şeyi üst sınıf olduğumda ben de yaptım… Çözüm? Evrim… Toplumsal – Sınıfsal Evrim…

Dünyanın hiç bir toplumunda olmayan bu “Memleket neresidir?” sorusu neden bizde var? Şöyle açıklayayım; Orta Asya’da henüz daha tek bir ulus olamadan önce kendi yerleşkeleri dışında karşılaşan iki Türk birbirlerine önce “oymaklarını” sorarlarmış. Ondan sonra “akrabalık” olup olmadığını merak ederlermiş. Ve en nihayetinde de; sonuç olarak “Yahu ben de o oymaktanım”a bağlanıp yola birlikte devam ederlermiş.

Atlantik’te küçük balıkları avlamak için kuyruklarını yere vurarak havuz oluşturan yunus balıklarının avlanma tekniklerini hiç görmedikleri halde ondan sonraki nesillerinde aynı şekilde avlanma tekniği ile aynı sorundan müzdaripiz… “Atadan gelen alışkanlıklar…” Bünyeden atmak ise çok daha uzun bir süre istiyor… Ama hevesliyim, olacaktır bir gün…

Bir gün yanımızda oturan ve aynı şartlara sahip olduğumuz yolcunun memleketini öğrendiğimizde etiketlemeyeceğimiz, hatta sorma ihtiyacı bile duymayacağımız, sırf aynı şehirde doğduk diye ayrıcalık göstermeyeceğimiz, mezhebimizin aynı ya da farklı olmasından dolayı sınıflandırmayacağımız günler çok uzak değildir.

Kurtuluş Savaşında gözlemci olarak bulunup; “Kağnı kamyonu yenemez…” diyen Fransız büyükelçisine “Kağnının kamyonu yendiğini gösteren” bu Anadolu Halkı onu da başaracaktır.

İnancım, tamdır!

2 YORUMLAR

  1. Sayın Yazar Serkan Yıldız,
    Yazılarınızı özverili ile takip ediyorum.Hatta çoğu zaman ben ve eşim ‘acaba bugün yazdımı’ diyerek heyecanla açıyoruz.Yazım diliniz muhteşem.Bunu dememem olmaz.Ama bir çok yazınızda bir öfke görüyoruz.Bu yazınızda özellikle.Merak ediyoruz.Acaba kendi kişiliğinizdede öfke sorunumu var yoksa bu sadece yazılarınızda mı?saygılarımla.Mehmet&Ayşegül Ertekin

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz