Veysi Dündar Kervan 1915 filminin yönetmeni İsmail Güneş’le görüştü…

0

Her yıl belli zamanlarda, deyim yerindeyse ‘Ermeni sorunu’ ile yatar, yine onunla kalkarız. Konu üzerine antrenmansızlığın getirdiği tıkanmalar olmuyor değil, ama yine de ulusça fena bir performans göstermiyoruz. Türkiye, Türkiye olalı, bir tek bizim “Ermeni Sorunu” olarak tanımladığımız, bunun dışında tüm dünyanın “Ermeni Soykırımı” diye bildiği olayı, ilk defa geniş ve dev bütçeli bir filmle, usta yönetmen İsmail Güneş “Kervan 1915” adıyla vizyona sürüyor. Gala 4 Ekim, vizyon tarihi ise 6 Ekim.

Filmi ve tehciri uzun uzun konuştuk. Sinemanın tüm safhalarında yapımcı, yönetmen, senarist ve oyuncu olarak acizane ben de bulunduğum için ağabeyim İsmail Güneş ile konuşmak kolay oldu.

Veysi Dündar (VD)- Sizinle filmi izlemeden önce görüşlerinizi kamuoyuyla paylaşmak üzere bir aradayız; bugüne kadar toplumun yaralarını ele alan filimler hep yaraları kaşımaktan öteye gitmemiştir. Kervan 1915 ile siz konuya nasıl yaklaştığınızı düşünüyorsunuz?

İsmail Güneş (İG)- Ülkemizde bu sorunla ilgili ilk filmi (dizi) TRT için benim de ustam olan rahmetli Natuk Baytan çekmişti. “Duvardaki Kan” isimli dizide Talat Paşa’yı öldüren Ermeni katilin sorgulaması üzerine geçmişte yaşananlar anlatılıyordu. Milliyetçi bir bakış açısıyla gerçekleştirilen film, sanıyorum, kamuoyunu memnun etmiştir. Onun dışında da kenarında köşesinde o dönemin olaylarının kırıntılarının olduğu hamaset yüklü işler var diye hatırlıyorum. Ancak doğrudan tehciri konu edinen film sinema tarihimizde ilk olarak “Kervan 1915” filmidir. Bu mesele çocukluğumuzdan beri hep beynimizde Ermeni Mezalimi olarak kazınmış vaziyettedir. Genelde de resmi tezlerimiz biz Ermenileri göç ettirdik ve kimsenin burnu kanamadı üzerinedir. Ben nerdeyse 40 yıldır bu konu üzerine düşünmekteyim. Hayatımın çeşitli dönemlerinde başka başka senaryolarla boğuştum. Son geldiğim nokta bu meseleyi anlamak üzerine. “İnsanlar neden göç ettirilmişler? Neden olmuş? Nasıl olmuş? Benim başıma gelseydi, annemin başına gelseydi nasıl düşünürdüm? Nasıl bir yargım olurdu?” sorularını zihnimde cevaplandırdım. Anma çabamın daha doğru olacağını düşündüm ve filmimin hikayesini bunun üzerine kurguladım.

VD- 1915’te neler olduğunu da açık açık konuşmaya başladığımızda, tarihe ilişkin inançlarımızın köklü bir sarsıntı geçireceği kesindir. Ne dersiniz?

İG- Evet, bu film insanların zihnindeki hiç bilmedikleri ‘tehcir’ olgusunu göz önüne getirecek. Bunu bizzat senaryonun gerek teknik ekip, gerekse oyuncular tarafından okunduğunda aldığım geri dönüşlerde gözlemledim. “Tehcir böyle mi olmuş ya? Ben bilmiyordum” cümlesini sıklıkla duydum. Filmin de seyircide böyle bir duyguyu geliştireceğini düşünüyorum.

VD- Müslümanların Balkanlarda Kafkaslarda Orta Doğu’da sınırlarımızda çektiği acılar hiç mi konuşulmaz? Ulusal Türk kimliğinin oluşumunda, kendisine yapılan katliamların hiç bir biçimde dikkate alınmadığı, Gündüz Aktan’ın dediği gibi, kendisi tarafından bile gündeme getirilmediği fikrinin ne kadar derin bir iz bıraktığı biliniyor. Bu nedenle acıları “Eşitleme” ya da “Yarıştırma” gibi suçluluk psikolojisinin göstergeleri olan davranışların ötesinde; tarihte işlenmiş her cinayet üzerinde bunların niteliklerini neden-sonuç ilişkilerini karıştırmadan konuşmak gerektiği açıktır. Bu konudaki düşünceleriniz?

İG- Kısmet olsa da Balkan ve Kafkas göçünün filmini, filmlerini yapmak da bana kısmet olsa. Sizin de söylediğiniz gibi, acıları yarıştırmadan gerçekleri olabildiğince saf bir şekilde ortaya koymak lazım. Eğer bir soykırım varsa bunun ilkinin büyük Balkan göçü olduğunu düşünmekteyim. Keza Kafkas göçü de içinde büyük acılar barındırıyor. Her ikisi de büyük trajik hikayeler içeriyor. Bunları filme çekememiş olmak büyük talihsizlik.

VD- Bu gelişmelerin öğrettiği bir gerçek daha var: eğer “başımıza yeni işler açmak”; Türkiye ve Ermenistan dışında bir üçüncü gücün (ABD veya AB) hesaplarının oyuncağı olmak istemiyorsak sorunu doğrudan kendi aramızda halletmemiz gerekiyor. Yani diyalogtan başka çaremiz yok. Ve Türkiye, demokratikleşmek için, bir tek günümüzdeki karanlıkları değil, geçmişindeki karanlıkları da aydınlatmak zorundadır kanaatimce. Siz ne dersiniz?

İG- Yaraların kaşınarak iyileştiği fikrine katılmıyorum. Ben “affetmek ve unutmanın” daha iyi ilaç olduğunu düşünüyorum. Şu anda yaşadıklarımız tamamen ilkel toplumların intikam duygusundan besleniyor. Geçmişte bunu öldürerek yapan insan bugün karşı tarafı küçük düşürerek yapmak istiyor. Soykırım var diyenler aslında serbest olsa bir buçuk milyon Türk’ün öldürülmesiyle ancak yürekleri soğuyacak. Bugün artık böyle birşey olmayacağına göre karşı tarafı aşağılık göstermek onu tatmin edecek. Sadece bu mu? Değil tabii. Sonrasında toprak talebi, tazminat talebi gelecek ki, bunların karşılanmayacağını bizden iyi biliyorlar. Ancak bu kinle birbirleriyle dayanışıp bir toplum olma gayretindeler ve bu LA’da para bile ediyor. Bununla geçimlerini sağlıyorlar bile diyebiliriz.

VD- Filminizde, hedef kitlenize nasıl bir anlatımla yaklaşmaya çalıştınız?

İG- Hikayeme tam ortadan bakmak hedefim oldu. Ancak bunu ne kadar başarabildim bilmiyorum. Bugün algılarımız değişmiş vaziyette. Karşı tarafı tuttuğunuzda veya karşı tarafa bu tarafı ciddiye almadan hak verdiğinizde tarafsız olunuyor gibi bir durum var. Bu neredeyse bir ilke olmuş. Bunu kırabilir miyiz, bilmiyorum. Daha önce de söylediğim gibi, ben anlamaya çalışıp anlattım. Ne kadar anladığıma insanlar karar verecek.

VD- Ülkemizde sinema seyircisinin spesifik bir sayıya düştüğü ve malum filmlerde farklılık gösterdiği günümüzde seyirciyle ne ölçüde buluşmayı düşünüyorsunuz?

İG- Ben uzun zamandır sinemamızın en önemli sorununun seyirci ve salon bulmak olduğunu söylüyorum. Ülkemiz entelektüelleri ve geniş halk kitleleri, sözünü ima ettiğiniz filmlerden rahatsızlar. Oysa ben bu seyirciyi çok tutarlı buluyorum. Birincisini seyrediyor, ikincisini istiyor. İkincisini seyrediyor, üçüncüsünü istiyor. Bu böyle kitleyi de artırarak devam ediyor. Bu yüzden tutarlılar. Ne istediklerini biliyorlar. Ama karşı taraf maalesef tutarlı değil. Siz de 70 milyonsunuz. Neden herhangi bir filmde veya filmlerde buluşmuyorsunuz? Nuri Bilge Ceylan’ın büyük ödül almış dünyaca ünlenmiş filmini bile 300 bin insan seyrediyor. Bu mudur yani? Maalesef budur.

VD- Eski bir haber müdürü; medyaya ve habere doyamamış biri olarak Beyoğlu’nda ofisiniz olunca ister istemez kendinizi sinemanın içinde hissediyorsunuz.. Gerçi Beyoğlu’nun o aurası uçup gidiyor. Bu cadde. Cadde-i Kebir.. Sinema cenneti olmalıydı.. Bir kültür caddesi olarak korunmalıydı.. 24 saati canlı dünyanın birkaç caddesinden biri.. Var olan sinemaları da yok ettiler.. Burada sinemaseverlerin de suçu var. Seneler önce verdiğim röportajda; Emek sineması beş – altı kişiye film oynatırken neredeydiler? Niçin seyirci olarak desteklemediler…? diye sormuştum. Yıkılınca mı korumak akıllarına geldi.. Sinemaseverler ayaklarını kesmeseydi, Emek bugün ayakta kalırdı.. Onu iyileştirmenin mücadelesi verilirdi.. Türkiye böyle işte, ölüme gönderir, sonra ölünün kavgasını veririz.. Canlıyken yaralıya su veren yok.

Galayı Emek Sinemasında yapmanızın bir mesajı var mı?

İG- Doğru söylüyorsunuz. Katılmamak mümkün değil. Ben de şahsen Emek eylemlerine katıldım. Hatta Atilla Dorsay’ın yazılarında adımı bile geçirmişliği var. Ancak eylemler sırasında anladım ki, Emek sinemasına sahip çıkmaya çalışanlar aslında Emek sinemasıyla dertli değiller. Onların derdi hükümet değiştirmek. Olaylar çığırından çıkınca da eylemlere katılmama kararı aldım. Bugün Emek’le ilgili fikrim değişmiş değil. Tarih olduğu yerde güzeldir ve orada korunmalıdır. Ben olsam yukarıda yaptığım yeri zemin katta yaparım ve dükkanları bir üst kata koyardım. Emek restore edilerek kendi yerinde kalmış olurdu diye düşünüyorum. Galayı burada yapmamın çok özel bir mesajı yok. Burası artık bir sinema ve bu büyüklükte başka sinema yok. Kin tutmak bugünün insanına yakışmaz. Film çekenler zaten zor salon buluyorlar, bir de mevcut açılmış salonları cezalandırmak kimsenin işine yaramaz diye düşünüyorum. Burada gala yapmak birinin yapacağı bir işti, ben öncülük ettim. Nasıl olsa adım ezber bozan yönetmene çıkmış. Kimseyi yanıltmamış oldum. Ayrıca da ben sektörün uğradığı haksızlıkta en önde mücadele ettim. Etmeye de devam ediyorum. Ama maalesef onlar bir kere bile yanımda durmadılar.

VD- Filmde ele aldığınız konuda ortaya koymak istediğiniz vizyonunuzdan bahseder misiniz?

İG- Bizim mottomuz ‘İnsan sevgidendir’. Bunu laf olsun diye koymadık. Gerçekte de sevginin bütün sorunları çözeceğine inanıyorum. Daha önce de söylediğim gibi, meseleyi anlama gayretinin pürüzleri gidereceğini düşünüyorum. Barışı önermek lazım, kini nefreti değil. Meseleyi sanata, tarihe ve vicdana bırakmak lazım. Siyasete bıraktığınızda kin maalesef bulaşarak artıyor. Oysa sevgiyi bulaştırmak daha önemli ve öncelikli olmalı. Filmin müziklerini bir Ermeni sanatçı yapsın istemiştim. Filmimizin küçük oyuncusu Aylin Lusin’in babası Miran Suren Asatryan ile kapı komşularmış. Miran önerdi. Ben de doğrusu çok heyecanlandım. Setimize davet ettik. Geldi gördü. Sonra da filmin ilk kurgusunu seyretti. Çok etkilendiğini, projenin içinde olmak istediğini söyledi. Ve beni çok sarsan bir cümle kurdu. “İsmailcan sen barış için bir film yapmışsın, ben bunun için sonsuza kadar duduk üflerim.”

VD- Sinema seyircisini artırmak için ne yapmalı?

İG- Sinema seyircisini artırmak için, öncelikle seyircinin desteklenmesinin doğru bir yöntem olacağında ısrarlıyım. Televizyon kanalları film tanıtım materyallerini indirimli fiyatlardan yayınlamalılar. Bunu neredeyse kamu spotu mantığında yapmalılar. Sinema salonlarında filmlerin tanıtım materyalleri reklamlar kadar gösterilmeli. Bu mecrada da yapımcı istediğinde filminin reklamını bu kuşaklarda ciddi indirimli rakamlarla gösterebilmeli. Bir bankanın reklamının bedeli ile filmin reklamının bedeli bir olmamalı. Bu reklamın aynı zamanda mevcut salona da seyirci çektiği unutulmamalı. Aslında ben direk hedef kitleye ulaşmanın en kestirme yolunun bu olduğunu düşünüyorum. Gerçek seyirciye filmi tanıtmak en doğru yöntem. Bunu ‘Nefes’ filmi uyguladı ve sonucunu da aldı. Ve direkt gelecek kuşakları ilgilendirdiği için de sinema sanatı dersinin okullara konmasının, seyirciyi buralarda yetiştirmenin en doğru yöntem olduğunu düşünüyorum. Nasıl ki edebiyat derslerinde geçmiş şairlerin, romancıların, hikayecilerin metinlerini çocuklara öğretiyorsak, çocuklarımıza bu yüzyılın sanatını anlamayı da öğretmeliyiz. Buradan yeni filmlere seyirci yetiştirmeliyiz. Televizyonlardaki dizilerin daha kaliteli olmasını böyle sağlayabiliriz.

VD- Film çekim aşamasında ne tip zorluklar oldu?

İG- Bu film benim için imkanları en geniş filmim oldu. Ancak en zorlandığım filmim de bu oldu diyebilirim. Oyuncu bulmakta çok zorlandım. Bana evet deyip ertesi günü menajerinin “ben oyuncumun bu filmde oynamasını istemiyorum” cümlesiyle çok karşılaştım. Keza sette hem sürekli başka yerlere taşınmış olmanın zorlukları yanında, ekibin nerdeyse yarısının işi bırakmasıyla karşı karşıya kaldım. Ekibin yarısı filmi bitirmemin değil bütçeyi bitirip işi yarım bırakmanın peşine düştüler. Ama çok şükür başaramadılar.

VD- Ne kadar sürdü projenin başlama ve bitiş tarihi?

İG- Filmin toplam hazırlanması 5 yıl sürdü. Senaryo çalışması bir yıl. Dekor ve kostüm aksesuar yapım 5 ay, çekimler 3 ay ve son olarak yapım sonrası çalışmaları 9 ay sürdü.

Ateşin Düştüğü Yer, The İmam, Gülün Bittiği Yer, Gün Doğmadan, Kimsesiz Zaman Tasvirleri, Bir Medeniyet Rüyası, Veysel Karani Hz., Beşinci Boyut, Ahmet Bedevi Hz., Siyah Pelerinli Adam, Çizme, Küçük ve Sonsuz Yürek, Biz Doğarken Gülmüşüz, gibi filmlerden sonra “Kervan 1915” filmi ile beklenen gişeyi yapabilecek mi bilinmez. Kendim de tarihi bir karakter olan “Nene Hatun”u vizyona sürmüştüm, ama beklenen gişeyi yapamamıştık.

Senaryo yazarlığı ve yönetmenliğini İsmail Güneş’in yaptığı 1915 Ermeni tehcirinin anlatıldığı “Kervan 1915” filminde Murat Han, Ayşe Akın, İbrahim Kendirci, İpek Tuzcuoğlu, Fatih Ayhan ve Meriç Başaran rolleri paylaşıyorlar. Filmin müziğini Suren Asatryan yaptı.

Gişesi beklenenin üzerinde olsun.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz