Şeyh Bedreddin’den Günümüze

0

Takribi 6 asır önce Sağır Ortaçağ diye adlandırılan dönemde yaşamış bir insandır Şeyh Bedrettin. İslam hukukunun büyük bilginlerindendi. Ama giderek iktidarın ve zenginliğin, haksızlık ve yoksulluğun sarsılmazlığını, değişmezliğini öne süren şeriat ilkelerinin eşitlikle bağdaşmadığı sonucuna varmıştı.

Gerçeğe ve eşitliğe ancak bütün pisliklerden arınmış, tertemiz bir ruhla kavuşulabileceğini öne süren Sofi Şeyhlerin yanında, “kendi kendini mükemmelleştirme” denilen alabildiğine katı bir eğitimden geçmiş, bu eğitim onu halkının çektiği acılara yaklaştırmış ve böylece eşitliğin öbür dünyada değil bu dünyada, gökyüzünde değil yeryüzünde olduğunu kendi kişiliğinde göstermek için kendisine verilen mürşitlik, şeyhlik gibi bütün ünvanları reddetmişti.

Şeyh Bedreddin, çağının en önemli düşünürlerinden biri olarak, “yeryüzünde eşitliğin sağlanmasının biricik yolunun toprağın ve tüm zenginliklerin ortaklaşa kullanılmasından geçtiğini” görüyordu.

15. yüzyılda bugünkü Türkiye, Yunanistan ve Bulgaristan sınırları içinde yer alan topraklarda antifeodal bir halk ayaklanmasının başına geçti. “Fanatizm ve dinsel hoşgörüsüzlüğün egemen olduğu bir dönemde, savaş arkadaşlarıyla birlikte tüm halkların ve dinlerin birbirine eşit olduğunu” haykırdı.

F. Engels, Ortaçağ’a ilişkin olarak şöyle diyordu. “Ortaçağ; felsefe, politika, hukuk gibi ideolojinin tüm biçimlerini teolojiye bağlıyor ve bu bilimleri teolojinin alt dalları olarak görüyordu. Yığınların duygu dünyaları yalnızca dinsel gıdalarla besleniyordu; bu bakımdan da yığınlara kendi çıkarları ancak dinsel kılık altında gösterilebilirdi.”

Bedreddin de şöyle söylüyordu: “Bilinçli kişi, kimsenin bilmediğini yapıp yürüten, kimsenin görmediğini görendir. Böyle bir insan bildiği her şeyi söyleyecek olursa, onu yaşatmazlar.”

Müridlerine de şu öğüdü veriyordu: “Karşınızdakilerin bilmedikleri şeyleri, onun bildikleri deyimlerle ve kavramlarla açıklayın.”

Bedreddin’in yorumları çoğu kez resmi yorumlara ters düştüğünden, din sapkınlığı ya da zındıklık olarak yorumlanırdı ki, tenzil-i rütbe ile itibarsızlaştırılmaya çalışıldı hep.

Bu geniş tafsilatlı girizgahtan sonra; günümüz Türkiye’sinde bekleneni özetleyerek nihayete varayım.

Nasıl ki Şeyh Bedrettin, Sultan Murat’ın kılıcı ile pare pare olan bedenini Sultan türbesine taşıtmayı başarmışsa; gerçeğin önünde sonunda ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır.

Osmanlının kadim tarihine önemli bir derkenar olan şeyhin öğretileri değil ama mücadelesi ve hayata bakışı bugünler için de bizlere ışık tutsun.

Gerçekleri; özü çarpıtarak değil bizatihi ve mümkün olduğunca, hakkaniyet çerçevesinde yücelterek nakletmek aslî bir görev olsun…

Türbede 11 sanduka bulunmaktadır:

II. Mahmud (1839)

Esma Sultan (1848), II. Mahmud’un Ablasi

Bezmiâlem Valide Sultan (1853), II. Mahmud’un eşi, Abdülmecit’in annesi

Abdülaziz (1876), II. Mahmud’un oğlu

II. Abdülhamit (1918), II. Mahmud’un torunu

Veliaht Yusuf İzzeddin Efendi, Abdülaziz’in oğlu

Şadiye Sultan, (1886-1977) II. Abdülhamit’in kızı

Bahçede bulunan mezarlar ise;

Şeyh Bedreddin (1420), Mutasavvıf (sonradan kemikleri gömülmüştür)

Abdülhak Molla (1854), II. Mahmud ve Abdülmecit devrinin hekimbaşısı

Ahmet Fethi Paşa (1858), II. Mahmud’un damadı

Serasker Rıza Paşa (1877), Serasker

Agah Efendi (1885), Osmanlı devlet adamı

Veliaht Yusuf İzzeddin Efendi, Abdülaziz’in oğlu

Mahmut Ethem Paşa, (1886), Sadrazam Damat Mehmed Ali Paşa’nın oğlu, Abdülmecit’in kızı Reşa Sultan’ın eşi.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz