Beklentiye Dayalı İtaat

0

Bugün 28 Şubat Postmodern darbenin ve rahmetli Necmettin Erbakan’ın vefatının seneyi devriyesi. Aynı zamanda Deniz Gezmiş’in de doğum günü. Ama makalemin konusu bu değil.

Size önce yapılan bir deneyi Tiranlık Üzerine adlı kitaptan alıntılayarak başlayayım:
Milgram, deneklerine öğrenmeyle ilgili bir deneyde, diğer katılımcıların üzerinde elektrik şoku uygulayacaklarını söyledi. Gerçekte, camın arkasında kabloya bağlıymış gibi duran insanlar Milgram’la anlaşmış ve yalnızca şok geçiriyormuş gibi davranmışlardı. Sözde denekler, öyle olduklarını düşündükleri öğrenmeyle ilgili bir deneydeki katılımcılara şok uygularken, korkunç bir manzarayla karşılaştılar. Hiç tanımadıkları ve hiç bir şekilde düşmanlık beslemedikleri insanlar, büyük acılar çekiyormuş gibi görünüyordu. Camlara vurarak, kalp ağrısından şikayet ediyorlardı. Buna rağmen, deneklerin büyük bir çoğunluğu Milgram’ın talimatlarına uydular ve kurbanlarına, ölüm tehlikelerine rağmen daha aşırı şoklar uygulamaya devam ettiler. Kurbanını görünürde öldürecek raddeye gelmeden bırakanlar bile, karşı taraftaki insanın sağlık durumu hakkında bilgi almadan oradan ayrıldı.

Milgram, insanların yeni bir ortamdayken yeni kuralları daha çabuk kavradıklarını anladı. Şaşırtıcı bir biçimde, yeni bir amaca hizmet edebilmek uğruna, farklı bir otoritenin verdiği emirlere uyarak başkalarına zarar vermeye ve onları öldürmeye hevesliydiler. Milgram, “öylesine güçlü bir itaatle karşılaştım ki, deneyi bir de Hitler’in Nazilerin Almanya’sında tekrar etmeye hiç gerek duymadım” diyor.

28 Şubat belirli bir acının yaşanmasına neden olmuştu. O acıya gark olanların, akranları, düşündaşları, aynı görüşteki tanıdıkları şu anda iktidardalar. Ama ne hikmetse 16 yıllık iktidar dönemi de kini nefreti, ayrışmayı, kindar olmayı, intikamcı ve hırslı eylemleri engelleyemedi. Nasıl bir öfke nasıl bir kin ise; x bir tv kanalında program sunucusu öyle bir sürç-i lisan etti ki, kinini kustu desem yanılmış olmam.

“Sivil öldürecek olsak; Cihangir’den, Etiler’den, Nişantaşı’ndan başlarız” dedi. Bir nevi yasaiçi terör örgütü ağzı bu… Ayrışmanın kalıplaşmanın, “o mahalle sizin bu mahalle bizim” boyutunun vardığı en üst nokta burasıdır. Memleketin vücut kimyasını bozan, fasl-ı müştereklere kezzap döken, birlikteliği fersah fersah öteleyen bir haleti ruhiye büründü, ülkenin tüm sathına… Bu meskenlerdeki insanlar da “buradayız, buyur gel” dediğinde ne olması beklenecek?

“Biz yerli ve milliyiz” diye diye, AKP/MHP birlikteliğinin haricindeki herkese hain, terör sevici, Gezi eylemcisi, o’cu şu’cu bu’cu nazarıyla yaklaşıldığında vatandaşa hakim olan dil, kendini böyle uluorta faş eder.

Tehlikenin farkında mısınız?

İstanbul’u baz alarak anlatayım. Kanarya’da Kürt vatandaşlarımız, Alibeyköy’de Alevi vatandaşlarımız, Fatih’te Çarşamba’da cemaat mensubu vatandaşlarımız, Okmeydanı’nda ezici çoğunluktaki sol örgüt mensubu vatandaşlarımız, Cihangir Nişantaşı için zengin ve Gezi eylemcisi vatandaşlarımız diye diye ayrışmalar netleşir olacaktır.

En ufak bir kıvılcım insanımızı birbirine düşürmeye kafi gelecek, artacaktır bile…

Yukarıdaki deneyden anlaşılacağı üzere; ortada acı çeken, mağdur mazlum ve desteğe muhtaç olan insanlar varsa; destek olmanızda, destek beyan etmenizde hiç bir sakınca yoktur. Aksine fayda vardır. Budur bizi birleştirecek büyük güç.

Mahalle savaşları başlarsa; geriye birbirini öldüren ama niye öldürdüğünü bilmeyen, acı çektiklerini gördükçe acıyı yaşatmaya devam ettiren insanlar çıkacaktır. Asıl büyük tehlike budur. Afrin’deki tehlike, ülke içindeki bu dilden daha fazla tehlike içermiyor…

Meramımı bir örnekle bitirmek istiyorum: SSCB’ndeki açlığın zirveye tırmandığı 1933 yılında, Nazi partisi Almanya’daki yönetimi ele geçirdi. Naziler, bu zaferin coşkusuyla ilk iş Yahudi dükkanlarını boykota kalkıştı. Önceleri başarılı olamadılar. Ama firmaların pencereleriyle duvarlarına boya ile işaretler koyarak, birini “Yahudi”, diğerini “Aryan” diye damgalamaları, Almanların ev ekonomisine bakışlarını değiştirdi. “Yahudi” diye işaretlenen dükkan kapanmaya mahkum edildi ve aç gözlü planların bir objesi haline gelmiş oldu.

Mülkiyet etnik olarak işaretlendikçe, kıskançlık ahlakın yerini almaya başladı. Eğer dükkanlar “Yahudi” kimliğine bürünebiliyorsa, diğer şirketler ya da mülkler ne olacaktı? Bu durumda belki ilk başlarda Yahudilerin yok olmalarına yönelik istekler bastırılabilmişti. Ama sonradan bu arzular açgözlülükle mayalanarak daha da arttı. Yahudi dükkanlarını işaretleyen Almanlar, onların gerçekten ortadan kaldırılmasına da katkıda buluşmuşlardı. Ama dükkanlar işaretlenirken seyretmekle yetinenler de bunu yaptılar.

Bu işaretleri kentsel ve ülkesel yaşamın doğal bir parçası olarak kabul etmek, katliamlarla dolu bir geleceğin uzlaşısı niteliğindeydi.

Tıpkı dün; tv ekranından boca edilen gelecekteki dilin inşası gibi… Siz siz olun, aman ha dikkat edin. Bu lisanın ülkede yer bulmasına fırsat vermeyin. Ayrıştırıcı değil, birleştirici bir lisan geliştirmeliyiz.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz