İktidar, zulmün kalesi haline geldi.. Sadece OHAL değil bir çürüme sorunu var

1
Latest posts by Emrullah Bayrak (see all)

Ömer Faruk Gergerlioğlu. HDP Kocaeli Milletvekili, insan hakları savunucusu, doktor. 679 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile devlet memurluğundan 6 Ocak 2017’de ihraç edildi.

Ocakmedya’dan Emrullah Bayrak’a konuşan Gergerlioğlu, yaşadıklarını anlattı. “Sadece kendisine zarar gelirse feryat eden değil bir başkasına yapılan haksızlık karşısında feryat eden insanlardan olmaya çalışıyoruz!” diyen Gergerlioğlu, mazluma kimliğini sormadıklarını, kim haksızlığa uğramışsa onun yanında yer aldıklarını söyledi.

“Gerçekten bazen çok üzüldüğümüz, isyan ettiğimiz noktalar oluyor. Büyük zalimliklere, vicdansızlıklara karşı pes diyoruz, çok öfkeleniyoruz, gözyaşlarımızı tutamıyoruz ama bu bizi yıldırmıyor, geri adım attırmıyor.” diyen Gergerlioğlu, iktidar partisinin zulmün kalesi haline geldiğini vurguladı.

Bir zamanlar güçsüz olduklarını şimdi ise zalimleştiklerinin altını çizen Gergerlioğlu, dün kendilerine yapılanı bugün başkasına yaptıklarını belirtti. 12 Eylül ve 28 Şubat döneminden çok daha ağır hak ihlalleri yaşandığını dile getiren Gergerlioğlu, iktidar sahiplerinin dün haksızlığa uğradıkları kişilerden daha zalim daha despot olduklarını ifade etti.

MHP’nin de iktidarın suç ortağı olduğuna dikkat çeken Gergerlioğlu, “Korkunç bir suç ortaklığı var. Onlar sürekli ‘Darbe olacaktı, bunlar darbeciydi, az bile yaptık, acırsan acınacak hale düşersin. Bu mücadelede çok merhametli gidiliyor.’ deyip durdular! Bu tür söylemler ile vicdanlarını rahatlattılar. Bu partide duranlar vicdan yerine cüzdanlarını tercih etti ve gayet rahat bir şekilde yaşadılar. Ruhları karardı. Kimisinin başında başörtüsü vardı, kimisinin yüzünde sakalı vardı ama kalplerinde ahlak kalmamıştı, vicdan kalmamıştı, Allah korkusu kalmamıştı. Ben ne yapayım o başörtüyü, ben ne yapayım o sakalları? Onlar vicdansız, merhametsiz, acımasız ise dış görüntülerinin ne anlamı var.” dedi.

KHK’lar konusunda en başta KHK’lıların tepkisiz kaldığını belirten Gergerlioğlu, şöyle devam etti: “KHK’lılar çok suskun kaldı. Son yüz yılın en vahim tasfiyesi yaşanırken KHK’lılar susmayı, ses çıkarmamayı tercih ettiler. Cumhuriyet tarihinin en vahim hak ihlallerinin yaşandığı dönemde çok daha yüksek sesle ses çıkarılması gerektiğini düşünüyorum.

Alevi’ye zulmedilirken Sünni, Ateist’e zulmedilirken dindar, Solcu’ya zulmedilirken Sağcı veya Sağcı’ya zulmedilirken Solcu, dindara zulmedilirken seküler veya Kürt’e zulmedilirken Türk çoğunlukla sustu. Hiç kimse günahtan uzak değil! İlk taşı günahsız olan atsın demiş ya Hz. İsa. Hakikaten ilk taşı atabilecek bir kişi Hz. İsa zamanında da yoktu şimdi de yok!

Günahsız olan yok, bu bir gerçek! Herkes karşı tarafı eleştiriyor ama kendisine dönüp bakmıyor maalesef. İnsanlar, bırakın başkasının erdemli bir şekilde davranarak KHK’lının hakkını araması, KHK’lı kendi hakkını aramadı, kendi hakkını söylemeye korktu, zerre risk almak istemedi.

Böyle bir toplum kurtuluşa eremez aksine pisliğe batar, net söylüyorum. Şu anda bizim toplumumuz insan hakları, ekonomi, sosyoloji açısından her açıdan büyük bir toplumsal çöküş yaşıyor. İnsani ve hukuki gelişme endekslerinde dünyanın dibine vurmuş bir ülkeyiz biz. Sadece bir OHAL sorunu değil bir çürüme sorunu var. Bu anlayış ile hiçbir sorunun üstüne gelemeyiz, daha da kötüleşiriz. A’dan Z’ye toplumsal bir diriliş hamlesi için gayret etmediğimiz müddetçe bu toplumsal çöküş ve çürüme devam edecektir.”

Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun Ocakmedya’nın sorularına verdiği cevapları şöyle:

Emrullah Bayrak (EB): Dünyanın belki de en zor işlerinden birini yapıyorsunuz. İnsan hakları savunuculuğu. Böylesi kutsal bir görevi bizim gibi demokrasisi gelişmemiş veya gelişmekte olan ülkelerde yapmak şüphesiz daha zor. İnsan hakları savunuculuğunu neden seçtiniz?

Ömer Faruk Gergerlioğlu (ÖFG): İnsan hakları savunuculuğu erdemli bir iş hele ki bizim gibi demokrasisi gelişmemiş ülkelerde bu çok önemli bir iş. Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları açısından çok önemli ihtiyaçları var, bunlar olmayınca insan hakları savunuculuğu ister istemez vicdanen yapmak zorunda olduğunuz bir iş oluyor. Birçok hak ihlali var, başkasının acısına duyarsız olmak mümkün değil ve bu acıları giderdiğiniz zaman da kolektif bir hak savunuculuğu geliştirme şansınız oluyor, bizim tüm davamız bu. Sadece kendisine zarar gelirse feryat eden değil bir başkasına yapılan haksızlık karşısında feryat eden insanlardan olmaya çalışıyoruz! Bu, evet zor bir iş fakat son derece erdemli, son derece değerli bir iş. İnsan bunu yaptığı zaman motive oluyor ve daha fazlasını yapmak istiyor ve mutlu, huzurlu oluyor. Bundan dolayı da daha da fazlası için gayret sarf ediyor.

EB: Türkiye’de yapılan hak ihlallerini görünce insan, kimi zaman nefes almakta dahi zorlanıyor. İnsanın bırakıp kaçası geliyor. Hatta sizin adınıza yaşanılanları okudukça bazen ben de yorulmuyor değilim. Yer yer yorulduğunuzu hissediyor musunuz? Ülkenin dört bir yanından size ulaşan mağdurların feryatları karşısında mücadele gücünü nereden alıyorsunuz?

ÖFG: Tabii ki insanız ve bir tahammül gücümüz var, tahammül edemeyeceğimiz yükleri bize yükleme Ya Rabbi diyoruz, sürekli bunu söylüyoruz ama öylesine yükler, öylesine zorluklar görüyoruz, öylesine insanların yaşadığı büyük sıkıntıları görüyoruz ki; yorulmayı bir tarafa bırakmak zorunda bırakıyoruz. Ben ve arkadaşlarım önemli bir gayret sarf ediyoruz, ülkenin dört bir tarafından insanlar bize ulaşıyor ve hiçbir ayrım yapmıyoruz, ayrım yapmadığımız için de herkes gayet rahat bir şekilde bize ulaşıyor. Mazluma kimliğini sormuyoruz, haksızlığa uğramışsa biz onun yanındayız diyoruz.

Gerçekten bazen çok üzüldüğümüz, isyan ettiğimiz noktalar oluyor. Büyük zalimliklere, vicdansızlıklara karşı pes diyoruz, çok öfkeleniyoruz, gözyaşlarımızı tutamıyoruz ama bu bizi yıldırmıyor, geri adım attırmıyor. Daha fazla bir şeyler yapmak gerektiğini görüyoruz çünkü çoğunlukla zor durumda olan insanların yanında çok fazla kişi yok ve insanların zor anında da onlara uzatılan bir el kadar değerli bir şey yok! Mazlum, bunu hissediyor, kendisini en zor anında uzatılan bir elin ne kadar kıymetli olduğunu biliyor.

İster istemez biz bütün bu zorluklar karşısında belki insan hakları alanında savunuculuk yapan çok fazla kişi olmadığını görünce iş başa düşüyor ve yorulmak yok diyoruz! Ben ve arkadaşlarım yorulmak yok, olamaz diyoruz çünkü müdahil olmadığımız zaman maalesef zulüm kalıcılaşıyor, o yüzden mücadele gücümüzü bu feryatların derinliğinden hakikiliğinden ve zulmün katılığından alıyoruz çünkü o katı zulme karşı mücadele etmek gerekiyor ve onu ancak ciddi, samimi bir mücadele ile durdurabilirsiniz!

Cezaevi sürecinde derin bir muhasebe, düşünme ve kendimi dinleme imkanı buldum

EB: ‘Örgüt propagandası’ yapmak iddiasıyla cezaevine kondunuz. Sonrasında “seçilme ve siyaset yapma hakkının ihlal edilmesi” nedeniyle düşürülen milletvekilliği hakkını tekrar aldınız. Cezaevi sürecinde neler yaşadınız? Kendinizi yalnız hissettiniz mi, umutsuzluğa kapıldınız mı? “Keşke yapmasaydım” dediniz mi? Cezaevi süreci hayatınıza nasıl bir etki etti?

ÖFG: Haksız, hukuksuz, trajikomik bir ceza ile cezaevine girdim, bunu herkes biliyordu. Kürt değilim fakat Kürtlere yapılan haksızlıklara hayatım boyunca karşı çıktım. Haksızlığa uğrayan herkesin mağduriyetine duyarlı oldum, ağır hak ihlallerini Kürtler yaşadığı için onlar için mücadele etmenin çok önemli olduğunu düşündüm ve çok gerekli olduğunu düşündüm. O yüzden bu konuda zor zamanlarda önemli şeyler söylemeye çalıştık ve cezalandırıldık. “Niye barış istedin? Niye eşitlik, adalet istedin?” gibi gerekçelerle cezalandırıldık ve buna rağmen milletvekili seçilmiştim ve o ceza Demokles’in kılıcı gibi tepemde sallanmasına rağmen biz doğru bildiğimiz hususları yapmaya çalıştık ve en sonunda egemen birtakım güçleri kızdırdığımız için Yargıtay’daki cezam hızlıca onandı ve cezaevine girdim.

Ben cezaevi sürecinde çok diriydim, bana oradaki vakit yetmiyordu çünkü ben oturup da kederlenmek yerine dopdolu bir zaman yaşamayı tercih ettim. Günlerimi dolu dolu geçirdim, çok kitap okudum, yazdım, mektuplar geldi, onları okudum cevapladım. Bana zaman yetmiyordu açıkçası, kendimi de yalnız hissetmedim hiçbir şekilde çünkü kamuoyunun büyük desteğini hissettim, gelen giden avukatlar bunları söylüyordu ve gelen mektuplarda her kesimden insanın dualarını gördükçe “isterse daha başka zindanlara girelim hiç önemli değil, ben insanların çok duasını alıyorum, çok samimi desteklerini alıyorum bundan dolayı da hiç hüzünlenmeme gerek yok çok kuvvetliyim bu dualar karşısında kazanacağım çok bellidir, bu dualar bana büyük bir güç destek veriyor” diye düşündüm hep.

Hiçbir şekilde umutsuzluğa kapılmadım çok sağlam durdum ve keşke yapmasaydım dediğim bir şey olmadı! Ben doğru bildiklerimi yaptığım için cezaevine girmiştim ve girerken de söylüyordum “Haklıyız, güçlüyüz, kazanacağız” diyordum içeride de bunu söyledim ve çıktığımda da bunu söyledim. Ben girmeden önce de “Haklıyız, güçlüyüz, kazanacağız” diyordum ve hep birlikte kazandık çünkü doğru işler yaptım, bunların karşısında da haksız, hukuksuz, gülünç, komik kararlar duramaz diye düşünüyordum ve hakikaten öyle oldu. Cezaevi süreci hayatıma çok şeyler kattı; derin bir muhasebeyi, düşünmeyi ve kendimi dinleme imkanı buldum bu benim için çok önemliydi birçok önemli eserler okudum, üzerinde düşündüm.

Hatta zaman yetmediği için bazen yürüyüş yaparken kitap okurdum, birçok şeyi bir arada yapmaya çalıştım. Kimisi cezaevinde zaman tüketmeye çalışır, ben zamanı kazanmaya çalıştım orada, elimden geldiği kadar dopdolu geçirmeye çalıştım. Ramazan ayı geçirdim orada, oruç ayında hem mealli hatim ettim, hem başka kitaplar okudum, hem gündemi takip ettim elimden gelen her şekilde oradaki ortamı değerlendirmeye çalıştım. Aynı zamanda gelen giden avukatlarımız çok oldu sağ olsunlar yalnız bırakmadılar, dışarıya mesajlarımı gönderdim, makale yazıp gönderdim, mektuplar gönderdim benim için dopdolu bir 96 gün oldu. Ben orada “ne yaptım da başıma bu hal geldi, milletvekilliğimden cezaevine düşürüldüm” demedim “Allah’a şükür bu da bir Allah’ın imtihanıdır bu imtihanlara karşı dimdik bir irade, vicdan ile ve doğru bir çizgi ile duruş sergilemem gerekir” dedim ve öyle durmaya çalıştım. Allah’ın bir imtihanıydı ve o imtihana karşı da bir şekilde mücadele ettim.

Bir zamanlar güçsüzlerdi, şu anda da zalimleştiler! Devletin gücünü yanlarına aldılar ve herkese tepeden bakıyorlar

EB: Türkiye’de “Çıplak Arama”yı ülke gündemine taşıdınız. Bu sebeple iktidar partisinin de hedefi oldunuz. Meclis kürsüsünden haksızlıkları iktidar milletvekillerine anlatmanıza karşın gördüğümüz kadarıyla bir karşılık bulamıyorsunuz. 2011 yılındaki genel seçimlerde AK Parti’den Kocaeli Milletvekili aday adayı olduğunuzu biliyoruz. Ancak aday gösterilmediniz. Bugünden o günlere baktığınızda bir dönemin mağduru olduğunu savunan AK Parti’nin savrulduğu noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

ÖFG: Ben her dönem doğru bildiklerimi söylemeye çalıştım, haksızlıklara karşı çıktım ve insan hakları ve demokrasiyi geliştirenlerin yanında olmaya çalıştım, geliştiren yerlerde olmaya çalıştım. Biz insan haysiyetine aykırı işlemlere de net bir şekilde karşı durduk, iktidar partisi bir zulmün kalesi haline gelmiş durumda. Bir zamanlar güçsüzlerdi ve daha sonra şu anda da zalimleştiler! Devletin gücünü yanlarına aldılar ve herkese tepeden bakıyorlar.

Dün kendilerine yapılanı bugün başkasına yapıyorlar. Ben onlara Meclis’te çok anlatıyorum “Zulmediyorsunuz” diye 5 yıldır defalarca onlara anlattım. Yüzlerine anlattım, basın toplantılarımda, sosyal medya paylaşımlarında ve beni de çok iyi duyuyorlar aslında, benden hiç hoşlanmıyorlar çünkü hakikati net bir şekilde yüzlerine çarpıcı bir şekilde söylediğim için. Benim çıplak aramayı gündeme getirmemden çok rahatsız oldular çünkü kendileri bir istismarcıydı ve çıplak aramayı gündeme getirmem onların o maskelerini düşürdü çünkü hem din, Kur’an, vicdan, ahlak deyip tam tersini yapanların foyasını ortaya çıkardık.

AK Parti bir dönemler; AB uyum yasaları ve açılım süreçleri yaparken bunların iyi adımlar olduğunu düşünüyordum ve o yüzden de 2011 yılında AK Parti’den Kocaeli Milletvekili aday adayı olmuştum, beni aday göstermediler ama ben doğru iş yapmaya kim çalışırsa onun yanında olmaya çalıştım. O dönem içinde demokratik kriterler içinde bazı adımlar atmaya çalışıyorlardı. Irk ve diğer ayrımcılıklarla ilgili birtakım AB uyum yasaları çerçevesinde adımlar atmaya çalışıyorlardı ve biz de bunları destekliyorduk. O yüzden böyle bir girişimim olmuştu, şimdi de zulmün kalesi oldukları için onların karşısındayım.

Dün demokrasi ve insan hakları alanında iyi adımlar attıklarını düşündüğüm için yanlarında olmak istemiştim ama onların bu anlayıştan uzaklaştıklarını gördüğüm andan itibaren de net bir şekilde eleştirmeye başladım. Herhangi bir çıkar beklemeden onların bu demokrasiden uzaklaşma hallerini, otoriter eğilimlerini net bir şekilde eleştirdim ve bundan dolayı aramızda uçurumlar oldu. AK Parti şu anda çok kötü bir yere savruldu maalesef bu bir imtihandır, dün güçsüz olan bugün güçlü olur ve güçsüzlere zulmeder AK Parti’nin yaptığı budur, büyük bir savrulma yaşamıştır ve zalimler safına geçmiştir.

Çok üzücüdür, çok büyük bir kayıp yaşamaktadırlar. Onlar zannetmekte ki bu yolsuzlukları, usulsüzlükleri, hukuksuzlukları unutulacak! Hayır, bunların da mutlaka hesabı sorulacak, bu böyle yanlarına da kalmayacak çünkü insanlar onların sözlerinden umutlandılar ve destek verdiler şu anda en başta hakikate karşı bir ihanet içindeler, nankörlük içindeler, hakikat kavramı ve güven kavramı, vefa kavramına karşı büyük bir ihanet içindeler maalesef.

Hem Kürt meselesi hem de diğer insan hakları alanındaki sorunlar için mücadele etmenin HDP çatısı altında da mümkün olduğunu düşündüm

EB: Toplumun tüm kesimlerinin uğradığı haksızlıkları ayırt etmeksizin gündeme taşıyorsunuz. Fakat sosyal medyadan size yönelik gelen eleştirilerden biri de “HDP’den neden milletvekili olduğunuz?” yönünde. Bu eleştiriler hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

ÖFG: Ben bir insan hakları savunucusuyum ve HDP bana milletvekilliği teklif ettiğinde ben insan hakları alanındaki çalışmalarımı HDP çatısı altında da devam ettireceğimi ve buna en uygun yer olacağını düşündüm. Bu noktada da önemli bir gayret sarf ettim, partim bana bu noktada alan açtı. Siyaset alanı etkili bir alan ve insan hakları alanındaki çalışmalarınıza, siyaset bir güç veriyor. Kürt meselesi benim zaten ilgilendiğim bir alandı, Kürt meselesi yüzünden HDP’lilerin mağduriyeti gibi mağduriyetler yaşamıştım, hem Kürt meselesi hem de diğer insan hakları alanındaki sorunlar için mücadele etmenin HDP çatısı altında da mümkün olduğunu düşündüm ve böyle bir milletvekilliği adaylığım oldu daha sonra milletvekili oldum.

Ben çalışmalarımı Kürt meselesindeki yapılan tüm haksızlıklara karşı çıkmak ile beraber farklı insan hakları ihlallerine karşı mücadele ederek de sürdürdüm ve doğru bir iş yaptığımı gördüm. İnsanların ön yargıları var, neden şu partiden vekilsiniz? Neden bu partiden vekilsiniz diye. Bu eleştiriler olabilir herkesin siyasi görüşleri farklı olabilir ama HDP’yi bazı yönlerden kamuoyu eleştirse bile Türkiye’nin çok önemli bir insan hakları ihlali olan Kürt meselesi konusunda yoğun bir mücadeleyi, siyasetin odağına oturtmuş olan HDP’nin insan hakları alanındaki şu andaki en önemli bir konu ile uğraştığı gerçeğini göz ardı etmemek gerekiyor ve bu alanı genişletmek gerekiyor. Sadece tabii ki Kürt meselesi bir insan hakları ihlali konusu değildir, daha başka birçok konu var, buradaki mücadele ile hem tüm kamuoyuna hem de partideki insan hakları perspektifine daha bir genişleme getirilmesine katkım olduğunu düşünüyorum.

EB: Başörtüsünün Anayasa güvenceye kavuşturulması amacıyla iktidar partisi, uzun bir aranın ardından HDP ile bir temas kurdu. Bu durum kamuoyunda tartışma konusu. İktidarından muhalefetine kadar siyasi partiler, HDP ile yan yana gelmemeye özen gösteriyor. Kamuoyu önünde bir fotoğraf vermekten çekiniyorlar. Ne yok sayabiliyorlar ne de ittifak yapmaya cesaret edebiliyorlar. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz.

ÖFG: Başörtüsü konusunda iktidar HDP ile bir araya geldi ancak bu çözüm süreci ile ilgili bir niyetten dolayı değil başörtüsü ile ilgili bir niyetten dolayıydı. Daha sonra da bu konuda çok samimi olmadıkları ortaya çıktı. Buradan birtakım spekülasyonlar yapıldı ama buna gerek yoktu çünkü iktidar HDP ile olan ilişkilerinde çok önemli bir konu olan Kürt meselesi ile ilgili bir adım atmak istemiyor sadece gündemdeki başörtüsü ile ilgili konu için bir fotoğraf vermişlerdi. Ziyaret bundan ibaretti daha sonra da diğer gelişmeler, anayasa teklifi konusundaki anlaşmazlıklar da başka gizli bir ajandanın olmadığını da ortaya çıkarmış oldu ve şunu da görmek lazım; kimse fotoğraf vermekten çekinme gibi bir hale girmemeli. Türkiye’de en önemli siyasi partilerden 3. Sırada olan HDP ile fotoğraf vermeme gibi bir tavra girmeleri doğru değil, kabul etmek durumundalar, beğensinler beğenmesinler bu ülkenin 3. Büyük partisi ile fotoğraf vermek yasalara aykırı değildir ve bunları da hazmetmek zorundalar!

EB: AK Parti’nin bu girişimini yeni bir çözüm sürecinin başlangıcı olarak okuyabilir miyiz? Daha önce zaman zaman kamuoyuna AK Parti’nin Kürt sorununun çözümü için yeni bir adım atacağı da yansımıştı. Bu kapsamda neler söylemek istersiniz?

ÖFG: Daha önceki soruda söylediğim gibi bunu yeni bir çözüm süreci olarak görmek mümkün değil. Bu sadece başörtüsü ile ilgili bir görüşmeydi, Kürt meselesinin çatışmaları da bitirerek, bitirilmesi yönünde bir niyeti yok iktidarın. Tecridi arttıran, dayatmaları arttıran bir anlayışın Kürt meselesinde çatışmaları bitirerek Kürt meselesinde anayasal değişiklikleri de sağlayarak bir çözüm hedeflediğini düşünmüyorum.

12 Eylül döneminden 28 Şubat döneminden çok daha ağır hak ihlalleri ile karşı karşıyayız

EB: MAZLUMDER Genel Başkanlığı da yaptınız. İktidar partisi sürekli 28 Şubat post-modern darbe dönemine gönderme yapıyor. Günümüzde yaşanılan hak ihlalleriyle 28 Şubat dönemindeki hak ihlallerini karşılaştırır mısınız?

ÖFG: 28 Şubat bir zulüm dönemiydi, o dönemlere karşı da çok mücadele etmiştim, o dönemlerde çok kişi güçlüden yana olmaya çalışıyordu ama o dönemde ceberrut, totaliter bir yönetim vardı, demokrasi ile iş başına gelmiş bir iktidarı indirmeye çalışıyorlardı, post modern bir darbe yapıyorlardı. Ben o dönem yoğun bir şekilde 28 Şubat’a karşı çıktım, Mazlum-Der Şube Başkanı ve Genel Başkanlık döneminde de 28 Şubat sonrası dönemin zihniyeti ile de mücadele ettim. Öncesinde de bu mücadeleyi ben uzun yıllardır yapıyorum fakat şunu iyi biliyoruz, şu anda ki hak ihlalleri darbe dönemlerinden çok daha katı ve acımasız hak ihlalleri var.

12 Eylül döneminden 28 Şubat döneminden çok daha ağır hak ihlalleri ile karşı karşıyayız maalesef. Bu hak ihlalleri karşısında maalesef ki iktidar sahiplerinin acımasız tablosunu görüyoruz, iktidar sahipleri dün haksızlığa uğradıkları kişilerden daha da zalim olmuş durumdalar, daha da despot olmuş durumdalar, daha da acımasızlar. Bu insanı büyük bir üzüntüye sevk ediyor çünkü dün o zulme uğrayan kişilerin mazlumiyetleri için mücadele ediyorduk şimdi onların ezdiği kişilerin mazlumiyetlerinin giderilmesi için uğraş veriyoruz ve daha da acımasız, zalimleşmiş AK Parti MHP Cumhur Zulüm İttifakı bizim bu yaptıklarımızı etiketlemeye çalışıyor. İftiralar atmaya çalışıyor, mazlum, gariban insanların hakları için mücadele etmeyi teröristlik olarak göstermeye çalışıyor. Her türlü yalan, hakaret, iftirayı üzerimize yağdırmaya çalışıyor. Aslında dün de bir benzeri onlar için yapılmasına rağmen şu anda son derece zalim bir anlayış ile bu zulümlerini devam ettiriyorlar.

Vicdan yerine cüzdanlarını tercih ettiler

EB: Cezaevlerinde yaşlı, hastalıkla mücadele eden insanlar var. Kadınlar bebekleriyle birlikte yıllardır cezaevindeler. Cezaevleri adeta kreş olmuş. Tüm bunlar, kendini muhafazakâr, dindar olduğunu ileri süren bir iktidar döneminde yaşanıyor. AK Parti iktidarının bu mağduriyetlere sessiz kalmasını neye bağlıyorsunuz? Sizce AK Parti yönetimi ve milletvekilleri bu haksızlıklar karşısında hangi yöntemle vicdanlarını rahatlatıyor?

ÖFG: Cezaevlerinde son 6 yıl içinde Cumhuriyet tarihinin en vahim sahneleri yaşandı. Hamile kadınlar, çocuklu anneler, lohusa kadınlar ve maalesef en acısı da 0-6 yaş arası bebekler, çocuklar, yüzlerce, binlercesi yaşandı, cezaevlerinde çok zor günler yaşadılar, her birinin hikayesi kalın ciltler dolusu kitaplar oluşturur, saymakla bitmez, çok vahim hadiseler yaşandı. Bütün bunlar AK Parti- MHP Cumhur Zulüm İttifakı döneminde yaşandı, buna AK Parti MHP Milletvekilleri sessiz kaldı.

Bütün suç AK Parti’nin değil bir de çoğunlukla görünmeyen MHP’nin de aynı zamanda, çünkü bunlar suç ortağılar. Sadece bir partiyi anmayalım, iki parti var burada! Korkunç bir suç ortaklığı var, onlar sürekli “Darbe olacaktı, bunlar darbeciydi, az bile yaptık, acırsan acınacak hale düşersin. Bu mücadelede çok merhametli gidiliyor.” Deyip durdular! Bu kadar vahim hadiseler yaşanıyor bunlar böyle söylüyorlar! Bu tür söylemler ile vicdanlarını rahatlattılar.

Varsa vicdanları, vicdanları da yok ki çünkü onlardan çok az vicdanı olan AK Parti’de durmadı başka partilere geçti. Bu partide duranlar vicdan yerine cüzdanlarını tercih etti ve gayet rahat bir şekilde yaşadılar, ruhları karardı. Kimisinin başında başörtüsü vardı, kimisinin yüzünde sakalı vardı ama kalplerinde ahlak kalmamıştı, vicdan kalmamıştı, Allah korkusu kalmamıştı. Ben ne yapayım o başörtüyü, ben ne yapayım o sakalları, onlar vicdansız, merhametsiz, acımasız ise dış görüntülerinin ne anlamı var.

KHK’lar konusunda en başta KHK’lılar tepkisiz kaldı

EB: Toplumsal facia olarak da nitelendirilecek bir KHK mağduriyeti var. Tarihte belki eşine az rastlanır bir mağduriyet. Bu sebepten dolayı insanlar işinden atıldı, intiharlar oldu, yuvalar yıkıldı. İktidarından muhalefetine, insan hakları savunucularından toplumun geneline baktığımızda KHK’ya yeterli bir tepkinin verildiğini düşünüyor musunuz? KHK’lılar konusunda adli, idari ve sosyolojik olarak neler yapılabilir?

ÖFG: KHK’lara yeterli tepki verildiğini düşünmüyorum. KHK’lar konusunda maalesef en başta KHK’lılar tepkisiz kaldı. KHK’lılar çok suskun kaldı, son yüz yılın en vahim tasfiyesi yaşanırken KHK’lılar susmayı, ses çıkarmamayı tercih ettiler, bu da hak arama bilincinden çok uzak olduklarını ve maalesef bu halleri ile onlara muktedirlerin çok daha fazla şey yapabileceklerini gösterdi. Bunları biz nasıl karşıladık? Ben şahsen OHAL’in ilk yıllarında bir insan hakları savunucusu olarak devletin durdurulamaz gücü karşısında, sınırsız gücü karşısında bunları hep tarihe not düşmeyi bir gereklilik olarak gördüm o yüzden OHAL’in ilk yıllarından itibaren sürekli duyduğum zulümleri, sosyal medyamdan ifşa ettim, tüm kamuoyuna duyurdum.

O dönemler köşe yazıları yazıyordum bunları yüksek sesle yazdım ve büyük bir ilgi topladı. Büyük bir açlık vardı, yazılarım, paylaşımlarım çok dikkat çekiyordu ve belki çok kişi bunlara cesaret edemiyordu ama biz yoğun bir şekilde en azından bunu yapmak gerektiğini düşündük çünkü çok daha büyük bir korku ortamı vardı. İnsanlar ihraç edilmeye, zindanlara atılmaya devam ediyordu, büyük bir şok dalgası, büyük bir öğrenilmiş çaresizlik yaşanıyordu, bir cadı avı yaşanıyordu ve insanlar ne yapacaklarını bilemez bir şekilde sağa sola kaçışıp duruyorlardı. Böyle bir ortamda en sonunda daha yüksek sesli sesler çıkmaya başladı. İnsanlar sivil toplumda siyasette seslerini duyurmaya başladı.

Mücadele etmek gerekiyor, biz arkadaşlarımız ile en az 4 büyük rapor hazırladık son 6 yılda OHAL’in 1. 2. 3. Yılı raporları ve 6. Yılda hazırladığımız yine bir başka raporumuz ile bütün bu zulümleri tarihe not olarak düşürdük kamuoyuna beyan ettik ve bir farkındalık oluşmasını sağlamaya çalıştık arkadaşlarımız ile. KHK Platformları çıktı onlar yüksek sesle dertlerini duyurmaya çalıştı, siyasetle irtibatlar kuruldu, tabii yetmez.

Bu A’dan Z’ye tüm süreçlerin anayasaya aykırı olduğunu ispat etmek gerekir, bu konuda hukukçular, siyaset bilimciler çalışıyor ve sürekli üretiyorlar. Buna devam edilmeli, bu yargılamaların hepsinin anayasaya aykırı olduğu netleştirilmeli, legal kriterlerin illegal kabul edilmesinin kabul edilemez olduğu söylenmeli, ulusal ve uluslararası başvurular sonuna kadar yapılmalı, idari olarak bütün bu zulümleri yapanlar takip edilip ileride hukuken hesap sorulması için kayıt edilmeli. İdari başvuru yollarının hiçbiri ihmal edilmemeli, “Ülkede hukuk yok ne yapalım. Bir yere başvurmayalım.” sesine kanmamalı ve hukuki süreçleri sonuna kadar yürütmeli ve sosyolojik olarak en önemlisi; bu topluma bir insan hakları bilinci aşılanmalı.

“Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın.” Anlayışını terk etmeleri gerektiğini söylemeli topluma. Nasreddin Hoca’nın fillerden şikayet edip Timur’un karşısına çıktığı zaman kendisini yalnız bırakan köylülerinden beri çok fazla bir değişim olmadığını bu toplumda yine aynılarının cereyan ettiğini bu topluma hatırlatarak sert bir şekilde bu toplumdaki mağdurları ve sessiz kalmayı eleştirmeli, hak arama bilincini güçlendirmeli, toplum bilincini güçlendirmeli, bırakın başkasına yapılan haksızlıkta ayağa kalkmayı kendisine yapılan haksızlıkta bile umurunda olmayan bir anlayışı mahkum etmeli ve böyle pısırık, boyun eğmiş, mücadeleden değil, mucizeden yardım bekleyen bir anlayışı da mahkum etmeli ve doğru olmadığını hem dinen hem ahlaken hem insanlık tarihi açısından hem hukuken yanlış yaptıklarını net bir şekilde göstermeli ve insanları insan onuruna sahip çıkmaya davet etmeli.

İnanılmaz ve korkunç hak ihlalleri 600 vekilin çoğunun umurunda bile değil

EB: Meclis’de 600 milletvekili olmasına karşın insan hakları ve hak ihlallerini kamuoyuna taşıyan vekil sayısı bir elin parmak sayısını geçmiyor. Siz bunu neye bağlıyorsunuz? Sizin ısrarlı mücadeleniz için iktidar veya muhalefet milletvekilleri ne diyor? Onlardan olumlu veya olumsuz tepki alıyor musunuz?

ÖFG: İnsan hakları mücadelesi kolay değil, bazen gerçekten çok üzülüyor insan, benim için inanılmaz ve korkunç hak ihlalleri 600 vekilin çoğunun gündeminde, umurunda bile değil. Kendimi yırtıp, parçalarcasına bazı hak ihlallerini söylememe rağmen çoğu kişinin gündemine bile girmediğini dehşet içinde görüyorum. İstisna bazı hak savunucusu arkadaşlarımız var ama ben bu kadar yoğun Cumhuriyet tarihinin en vahim hak ihlallerinin yaşandığı dönemde çok daha yüksek sesle ses çıkarılması gerektiğini düşünüyorum. Bizim ne yaptığımızı görüyor iktidar ve muhalefet vekilleri.

İktidar vekilleri özellikle benim konuşmalarımda beni hedef haline getirmiş durumdalar, bağırıyorlar, çağırıyorlar, hakaretler havada uçuşuyor, beni etiketlemeye çalışıyorlar, ne yapacaklarını bilemiyorlar, tansiyon yükseliyor konuştuğumuzda çünkü ezbere değil, yürekten onların yanlışlarını yüzlerine cesurca vuruyorum ve bu yüzden milletvekilliğimin 4 aylık dönemini cezaevinde geçirdim, biliyorsunuz ama olsun cezaevinden çıktık “Nerede kalmıştık?” diye sorduk ve yolumuza daha güçlü bir şekilde devam ettik. Bu konumda insan haklarına duyarsızlık konusunda maalesef ben de şikayetçiyim, ben mecliste bu konuda 3-5 milletvekili dışında yalnız kaldığımı düşünüyorum. İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu var, komisyonun kendisinin bilhassa İnsan Haklarını İhlal Komisyonu olduğunu düşünüyorum çünkü ona gönderdiğimiz binlerce vakayı incelemeyen, inceler gibi yapan insan haklarını alıp ayaklarının altında çiğneyen bir komisyon başka hiçbir şey değil.

AK Parti MHP Cumhur Zulüm İttifakı vekillerinin öfkesine karşı çünkü MHP vekilleri de benden nefret ediyor çünkü onların zulümlerini de haykırıyorum ve hatta MHP Genel Merkezi beni Twitter’da engellemiş durumda. Birçok MHP vekili cezaevine atıldığım anda Bahçeli’nin emri ile bana hakaretler yağdırmışlardı cezaevinden çıktıktan sonra bunu gördüm. Emir komuta zinciri içindeki bir partinin milletvekillerinden başka bir şey beklenmez, AK Parti’li vekiller de öyle! Sadece hakaret ederek bizim belgeli sözlerimize karşılık verdiklerini düşünüyorlar. Düşünün belge gösteriyorsunuz, cevap verilemeyecek gerçekleri gösteriyorsunuz size hakaret ediyorlar! Bu doğru değildir yalandır diyemiyor size hakaret ediyor, sizi etiketlemeye çalışıyor. “Yok PKK’cı, yok Fetö’cü” deyip duruyor, artık bunların boş laflar olduğunu da herkes biliyor gülüp geçiyor bu laflara ama onlar başka bir şey bilmedikleri için bu laflarla durumu idare etmeye çalışıyorlar. Ne derse desinler yolumuza devam ediyoruz.

EB: “Kürtlerin hakkını savunduğunuzda PKK’lı oluyorsunuz.” “Türklerin hakkını savunduğunuzda ‘Fetöcü’ oluyorsunuz.” Toplum adeta bu iki kısır döngü arasına sıkıştırılmış durumda. Bu çıkmaz sokaktan toplum nasıl kurtarılır?

ÖFG: Bunu çok söyledim, Kürtlerin hakkını savunduğunuzda PKK’lı oluyorsunuz, Türklerin hakkını savunduğunuzda Fetö’cü oluyorsunuz! Şu anda KHK’lıların haklarını gündeme getirdiğinizde size Fetö’cü diyorlar, Kürtlerin analarının ak sütü kadar helal olan insan haklarının iade edilmesi gerektiğini söylediğinizde size PKK’cı diyorlar! Öylesine bir toplumdayız ki hem birilerinin hakkını gasp ediyorsunuz bu hak niye gasp ediliyor diye soranı da terörist ilan ediyorsunuz! Kafadan birilerini terörist ilan ediyorsunuz, “Bu adamı niye tekmeliyorsunuz, tokatlıyorsunuz, yerlerde sürüklüyorsunuz, uçurumlardan aşağı atıyorsunuz, bin hakkını yiyorsunuz?” diye sorduğunuzda sizi aynı şekilde o uçurumlardan atmaya çalışıyorlar!

Terörist ilan ediyorlar, toplum maalesef uzun süredir bu haldeydi çünkü toplum akleden bir toplum değil, otorite arayan bir toplum. Zayıf bir toplum güçlü bir lider arıyor hakikaten kendisine mehdi arıyor, “Gelsin birisi beni gütsün, bana hedefler göstersin, “İlk hedefiniz, son hedefiniz şudur” desin ben de oralara koşturayım, “Düşman şudur. Dost şudur.” Desin ben de oralara koşturayım.” Toplum bu kafada olduğu müddetçe her dönemde bu linçler olur! Bakın sadece bu dönemde değil ki her dönemde olur! Bundan 50-60 yıl önce de oluyordu bundan 50-60 yıl sonra da olur! Toplumun sosyolojik olarak bu sıkıntıdan kurtulması gerekiyor en başta olması gereken budur! İnsan hakları bilinci olmadığı müddetçe biz bunları maalesef çok yaşamaya devam edeceğiz çünkü suçlu gibi gösterilenin hiçbir şekilde insan hakları olmayacağını düşünüyorlar!

Velev ki bir insan bir suç işlesin cezaevine atılsın veya başka şekilde mağdur edilsin; işinden atılsın, bu insanın yine de insan hakları vardır fakat toplumumuz o kadar bu konularda bilinçsiz ki cezalandırılan bir kişinin hiçbir insanı yok gibi düşünüyor! Daha sonra da kendisi cezalandırıldığında hakları çiğnendiği zaman “Yandım Allah nereden başıma bu geldi böyle şey mi olur?” diyor ama dün sen susmuştun, sustuğun için başına geldi, “susma sustukça sıra sana gelecek” lafı boşuna mı? Bu lafı daha sonrasında “Eyvah bu laf çok doğruymuş” diyenler zamanında bu lafı beğenmiyorlardı, “Teröristlerin lafı” olarak görüyorlardı, “Sen kimseyi rahatsız etmezsen haksızlık etmezsen kimse sana dokunmaz” zannediyorlardı ama öyle değildi.

Seni bir gün terörist ilan ederler adın teröriste çıkar senin hakkını savunan da terörist olur, böyle bir kısır döngü! O yüzden bunları unutmamak gerekiyor, düşenin elinden tutmak gerekiyor, düşenin halini sormak gerekiyor. Bunu hem dinen hem insan hakları açısından yapmak gerekiyor! İnsan hakları açısından başkasının acısına duyarlı olmak çok önemlidir, dinen de bir başkasının sıkıntılı olduğu anda ona yardımcı olmak kadar değerli elmas gibi bir iş yoktur!

6 yıl içinde terör soruşturması açılanlar 2.2 milyona ulaştı; milyarları bulan dünyada toplasanız terörist diye tanımlanan kişi en fazla 300 bindir

EB: 15 Temmuz sonrası 1,5 milyonun üzerinde insan hakkında terör örgütü üyeliğinden işlem yapıldı. Sokağa çıkıp sorduğumuzda her iki kişiden birinin ya kendisi veya yakınının mağduriyet yaşadığını rahatlıkla görebiliriz. Buna karşın toplumsal bir refleks göremedik. Sizce bu tepkisizlik, duyarsızlık, vurdumduymazlık, ‘bana neden bir şey olmadı demek ki var bir şey’ anlayışı, ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ felsefesi nereden kaynaklanıyor? Bu düşünceyle biz sorunların üstesinden gelebilir miyiz?

ÖFG: Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın ya da Nasreddin Hoca’nın Timur’un önünde onu mahcup eden köylülerinden sonra halen Türkiye coğrafyasında bir değişiklik yok! Hatta 6 yıl içinde 1.5 milyon demişsiniz, 6 yıl içinde hakkında terör soruşturması açılanlar 1.5 milyonu çoktan geçti 2.2 milyona ulaştı. Bu net bir sayı, korkunç bir sayı, tüm dünyada en fazla tüm dünyayı milyarları bulan dünyada toplasanız terörist diye tanımlanan kişi en fazla 300 bindir, bir örgütte 10 binden fazla bir kişi barındıramaz!

Bakın, örgüt terör örgütü dediğiniz şey budur ama siz kalkıp Türkiye’de 2.2 milyon kişiye terör örgütü soruşturması açıyorsunuz ve yüz binlerce kişi hakkında davaya dönüşüyor, on binlerce kişi hakkında zindan cezaları veriliyor, insanların hayatı karartılıyor korkunç şeyler oluyor sabahlara kadar saysak bitmez! Tüm bunlar karşısında bu felsefenin nereden kaynaklanmasının sebebi; bugünün meselesi değil binlerce yılın meselesi! İnsan hakları alanı maalesef bizim toplumlarımızda gelişmedi!

Böyle bir otorite arayıp ona itaat etmeye çalışan, kol kırılır yen içinde kalır gibi lafları atasözü haline getiren, nemelazımcılığı bir hayat anlayışı haline getiren toplumlarda insan hakları mücadelesi çıkmaz! İşte bu mücadele nereden çıkıyor bakıyorsunuz; batı bunu yıllarca kendi hatalarına özeleştiri yaparak çıkarmış, insan hakları evrensel beyannameleri çıkmış, bir devletin yönetiminde insan haklarına saygı esas olmazsa orada demokrasi olamayacağı söylenmiş, kayıtlar alınmış, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Sosyal ve Ekonomik Haklar Sözleşmesi, Çocuk Hakları Sözleşmesi, Kadın Hakları Sözleşmesi, Kopenhag Kriterleri vb. birçok gayret sarf edilmiş!

Yeter ki güçlü devlet aygıtına karşı insanlar yalnız bırakılmasın çünkü devlet güçlüdür, devlet yerine göre acımasızca bireyleri ezebilir, hesapta soramazsın! Devlet memurlarının görevlilerinin işlediği suçların çoğu hasıraltı edilir, “Mübarek devletimizin yaptıkları fazla karıştırılmaz.” Denilerek zamanaşımına uğratılır, bakın bunlar bile bile yapılır! Binlerce fail-i meçhulün aydınlatılamadığı bir ülkeden bahsediyoruz! Böylesi bir ülkede bütün bunlar kabul edilirse, niye kabul ediliyor? Bir başkasına yapılıyor mesela; Kürtlere, Solculara, Alevilere yapılıyor veyahut da din ve vicdan özgürlüğü alanında dini yaşamak isteyen mümin bireylere yapılıyor, bu zamanında yapıldı! Kur’an kursları kapatıldı, dindarlara baskı yapıldı, başörtüsü yasakları yapıldı.

Karşıdan buna bakanlar, diyelim ki; Alevi’ye zulmedilirken Sünni, Ateist’e zulmedilirken dindar, Solcu’ya zulmedilirken Sağcı veya Sağcı’ya zulmedilirken Solcu, dindara zulmedilirken seküler veya Kürt’e zulmedilirken Türk çoğunlukla sustu. Hiç kimse günahtan uzak değil! İlk taşı günahsız olan atsın demiş ya Hz. İsa, hakikaten ilk taşı atabilecek bir kişi Hz. İsa zamanında da yoktu şimdi de yok! Günahsız olan yok bu bir gerçek! Herkes karşı tarafı eleştiriyor ama kendisine dönüp bakmıyor maalesef, en başta bu yapılmalı insan hakları alanındaki gelişme özeleştiri ile olur. İnsanlar bırakın başkasının erdemli bir şekilde davranarak KHK’lının hakkını araması, KHK’lı kendi hakkını aramadı, kendi hakkını söylemeye korktu, zerre risk almak istemedi.

Böyle bir toplum, kurtuluşa eremez aksine pisliğe batar, net söylüyorum. Şu anda bizim toplumumuz insan hakları, ekonomi, sosyoloji açısından her açıdan büyük bir toplumsal çöküş yaşıyor. İnsani ve hukuki gelişme endekslerinde dünyanın dibine vurmuş bir ülkeyiz biz. Sadece bir OHAL sorunu değil, bir çürüme sorunu var ortada. Bu anlayış ile hiçbir sorunun üstüne gelemeyiz, daha da kötüleşiriz çok net bir ortam var ortada o yüzden A’dan Z’ye toplumsal bir diriliş hamlesi için gayret etmediğimiz müddetçe bu toplumsal çöküş ve çürüme devam edecektir. Bireysel ve toplumsal değişmenin yasalarını keşfetmedikçe, nefsimizdekini değiştirip toplumsal değişimi sağlayamadığımız müddetçe dirilişimiz mümkün değildir.

Siyaset bir başka kimlik üzerinde derebeylik elde etme makamı olmamalıdır

EB: Sağcısından solcusuna, laikçisine, muhafazakarından dincisine kadar herkes, kendi mahallesindeki hak ihlallerine tepki gösterirken başka mahalledeki yangınlara müdahale etmiyor. Bırakın müdahale etmeyi ateşe benzinle gidiyor. Siz bunu neye bağlıyorsunuz? Bu açmaz nasıl aşınabilinir?

ÖFG: Kimlikcilik maalesef insanın büyüklenmesinden kendi kimliğini büyüterek kendisini var etmesinden ve bu var etmeyi devam ettirerek mutlu olabileceğini sanmasından kaynaklanıyor ve diğerini ötekileştiriyor, kendisini kutsayarak, büyüterek başkasını ezebileceğini ve mutlu olabileceğini düşünüyor aslında başkası ile kol kola girerek ve başkasına yardımcı olarak yaşanan bir hayat çok daha büyük bir mutluluk getirir. İlki ötekileştiren anlayış her türlü kötü ahlak ve huyunu ortaya çıkmasına yol açarken ikincisi kol kola girmek insanın en doğru arayışını temsil eder ve insanın en derinlerine inmesini, vicdanını bulmasını sağlar ve insani hataları karşısında nefsi ile yüzleşmesini sağlar.

İşte bunlar toplumda olmadığı için herkes kendi nefsini büyütmeye ve başkası üzerinde tahakkümü yaşamaya çalışıyor ve bunu da hayatın amacı görüyor. Bu çifte standartçı iki yüzlü anlayış toplumun her kesiminde var bunu bir keskin ve kesin bir özeleştiri yapmadığımız müddetçe yenemeyiz, bununla herkes yüzleşmeli, toplumun kötüye gittiğini önceki cevapta da söylemiştim biz cep telefonunu dışarıdan ithal ederek modernleşemeyiz, iş ahlakımızı düzelterek en modern cep telefonunu yapabildiğimiz anda disiplini, çalışkanlığı, intizamı gözlenmediği halde dürüst olmayı sağlayan bir iş ahlakını sağlamadığımız müddetçe hiçbir şekilde ilerlememiz mümkün değil.

Bir 3. Dünya ülkesi olmaya mahkumuz ve bu da bizi iç savaşlar, iç çekişmeler, çatışmalar birbirini yok etmelerle zaman geçireceğimizi gösteriyor. Avrupa çoğunlukla bunları aştı ve birtakım ideallerin peşinde düştü ki bunu tam anlamıyla yaptıkları söylenemez ama en azından doğru olanın insan hakları arayışı olduğunu gördüler ve kriterleri böyle belirlediler. Tabii ki doğru olan budur dedikten sonra ona uymamak hiçbir doğru sonuç doğurmuyor. Uymak gerekiyor fakat en azından bir ideal çerçeve çizerek kimliklerin üstünde, dini, siyasi, iktisadi kimliklerin üzerinde vicdani bir hedefi belirlersek ancak o kimliklerin çifte standardından ikiyüzlülüğünden kurtulmuş oluruz.

EB: Son olarak topluma bir mesajınız olur mu?

ÖFG: Toplumumuza mesajımız; insan gibi çok değerli bir mahluk olduğumuz, mahlukların en şereflisi, en özgünü olduğumuzu söylemek istiyorum ve bunun da hakkının verilmesi gerektiğini söylüyorum. Bunun hakkı verilmediği müddetçe ve bu keşmekeş devam ettiği müddetçe sorunlar sadece siyaset bağlamında değerlendirilemez. Toplumsal bozulma maalesef siyasete de yansımış olur o yüzden siyasi partilerin tüm toplumun gözü önündeki bir arenada çekişmeleri, birilerinin Cumhurbaşkanı olması, birisinin en kudretli kişi, kurum olması, yöneten parti olması bunlar bizim ana gündemimiz olmamalı!

Bunlar o toplumun hak ettiğidir, o toplumda hak etmeyen bir anlayış ve kişi başa geliyorsa maalesef ki siyasetten önce bozulmuş toplumsal yapının yansımasıdır bu. O yüzden siyasette aslında sorunları çözme ve düzeltme makamı olmalıdır. Siyaset bir başka kimlik üzerinde derebeylik elde etme makamı olmamalıdır maalesef hep böyle görülüyor ve bir itiş kakış içinde somut çözümler üretmiyor. Aslında siyaset bir sorun çözme sanatı fakat şu andaki durumu bu değil!

Siyaset içine girdiğiniz zaman toplumsal çöküşü bitirecek formüller, kurumlar, kavramlar üretmelisiniz. Bu yapıldığı taktirde siyaset kurumunun bir anlamı vardır, toplumlar çok iyiye doğru gidemeyebilir, genellikle bozulma ve kokuşmaya doğru gider çünkü çıkar kavgaları toplumu bir mikrobik salgın gibi kavrar ve bu bir çürümeye yol açar, bunu engellemek de insanın elindedir. İnsan değişmeden de toplum değişmez o yüzden ilk önce kendi nefsimizdekini değiştirmemiz gerekiyor ki toplum da değişsin.

1 Yorum

  1. HDP yi hala art niyetli bir parti olarak görüyorum.Tek bir, tek bir, sadece tek bir sebebi var , şehitlerimizi hiç bir zaman anmamalari ve dağdaki teröristlere terörist diyememesi. Hiç bir şehit cenazesinde olmamaları ama dağdaki teröristlerle el ense fotoğraf çektirmeleri.
    inanın bunu aştıklari zaman oyum HDP ye. Selahattin Demirtaş çok zeki ve yetenekli bir siyasetçi. Onu ülkenin başında hakikaten çok görmek isterdim.
    Ömer Gergerlioglunu çok rahat bir şekilde hak veriyorum. Başka bir partiden aday olarak haksızlıklara göğüs geremiyorsa kendisine söz veriken HDP yi seçmesi gayet olağan.
    HDP yi desteklemesemde Ömer gergerlioglunu sonuna kadar destekliyorum.
    Adaletin temsili Hz.Ömer gibi , “Ömer olan ” Ömerler den bir Ömer.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz