Mesut Yılmaz’ın Tevekkülü

0

Oğlunu geçtiğimiz hafta hazin bir şekilde kaybeden Mesut Yılmaz’ın taziyeleri kabul ederken yaptığı konuşma; herhalde ömrünün en zor konuşmasıydı. Sırasız bir ölüm. Ömrünün sonuna kadar o kor hep içini yakacak. Ama teslimiyet varsa, yükü hafifler insanın.

Yılmaz, şunları demişti:

“Bazen unutsak da aslında hepimiz her gün bir imtihandan geçiyoruz. Bu imtihanlardan biri de bizim ailemize nasip oldu. Yani oğlumuzu bize veren Allah’a onu bizden aldığı için isyan etmeyeceğiz, ona biat etmeye ve şükretmeye devam edeceğiz.”

Bir Başbakan olarak bu ülkeyi yönettiğinde muhakkak bir dünya yanlış yapmıştır. O ayrı konu. Varsa kusuru burada hukuken, ahirette de Tanrı’ya hesap verecektir.
Fakat, evladının ölümüne olan teslimiyeti ve tevekkülü beni mest etti.

Efsane Wimbledon’un ilk siyahi Şampiyonu Arthur Ashe kan naklinden kaptığı AIDS’den ölüm döşeğindeydi. Hayranlarından biri sordu..
“Allah böylesine kötü bir hastalık için neden seni seçti?” Arthur Ashe cevap verdi.
“Tüm dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar, 5 milyonu tenis oynamayı öğrenir,
500 bini profesyonel tenisçi olur,
50 bini yarışmalara girer,
5 bini büyük turnuvalara erişir,
50’si Wimbledon’a kadar gelir,
4’ü yarı finale, 2’si finale kalır.
Elimde şampiyonluk kupasını tutarken Allah’a ‘Neden ben?’ diye hiç sormadım. Şimdi sancı çekerken, Allah’a nasıl ‘Niye ben?’ derim?”

Allah’a asla ‘Neden ben’ diye sormayın.
Ne olacaksa olur zaten. En zor zamanda imanın galip gelmesi, çok etkileyici…

Ölümün insana yakınlığını ve insanın içinde oluştuğunu en iyi anlatanlardan biri olan Rainer Maria Rilke ‘Malte Laurids Brigge’nin Notları’ adlı romanında “Meyve içinde çekirdeği nasıl taşırsa, insan da içinde ölümü öyle taşır” der. Belki de ölümün insana yakınlığı ancak bu kadar güzel izah edilebilir.

Ölümle yüzleşmek, hayat hedeflerini belirlemene yardım eder.

Sokrates çocuklarını seviyordu. Fakat hür bir adam gibi, Allah’ı her şeyden fazla sevmek lazım geldiğini bilen bir adam gibi seviyordu. İşte bunun için ne hâkimler önünde kendi­ni savunurken, ne kendini ölüme mahkûm ederlerken, ne senatör olduğu vakit, ne savaşta iken iyi bir adama lâyık olmayan hare­keti yapmadı ve sözü söylemedi.

Ölüm, bazen ceza, bazen bir armağan, çoğu zaman da bir lütuftur. Giden için vuslat, kalan için hasrettir.

Hâlbuki bize gelince bir oğul, bir ana, bir kardeş kısacası her şey bize bayağılık ve alçaklık için fırsattır. Bununla beraber hiçbir kimse için üzülmemek ge­rekir. Aksine her varlığı ve bizi bahtiyar olmak için yaratmış olan Allah’a, saadetimize yararlı olmak üzere inanmalıyız.

Ne diye böbürlenip büyükleniyorsun. Doğumun bir damla su, ölümün bir avuç toprak değil mi?

Bir şey yap, güzel olsun. Çok mu zor? O vakit güzel bir şey söyle. Dilin mi dönmüyor? Öyleyse güzel bir şey gör veya güzel bir şey yaz. Beceremez misin? O zaman güzel bir şeye başla. Ama hep güzel şeyler olsun. Çünkü; her insan ölecek yaştadır.

Bir dağın yamacına oturup hayatını seyretmeli insan. Ve bakmalı kendine yaşadıklarına, yaşattıklarına… Müsterihse ne âlâ! Ölüm hayatı anlamlı kılıyor. Nasihat olarak ölüm, bize yeter.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz