Engelli’lik

0
Mehmet Gündoğdu
Latest posts by Mehmet Gündoğdu (see all)

Allah sizin bedenlerinize değil, yüreklerinize bakar. (Hadis)

Engelli: Doğuştan veya sonradan herhangi bir nedenle bedensel, zihinsel, ruhsal, duyusal ve sosyal yeteneklerini çeşitli derecelerde kaybetmesi nedeni ile toplumsal yaşama uyum sağlama ve günlük gereksinimlerini karşılama güçlükleri olan, korunma, bakım, rehabilitasyon, danışmanlık ve destek hizmetlerine ihtiyaç duyan kimselere denir.

Batı Medeniyetlerinde Engelliler:

M.Ö. 3 bin yıllarında, Eski Mezopotamyadan elde edilen bilgilere göre, o devirlerde devlet kurumlarında, tapınaklarda, hafif engellileri, sağırları ve körleri çalıştırmışlar ve toplumla böylece kaynaşmalarını sağlamışlar. Hatta içlerinden bazıları yüksek idari görevlerde bulunmuş. Bu tarihlerde engelliler cezalı olarak görülmemiş, yaratıldıklarında Tanrı’nın kötü bir gününe geldiklerine inanılmış.

M.Ö. 11 ve 12 nci yüzyıllarda eski Mısır’da, okullarda verilen ders kitaplarında şöyle bir bölüme rastlanmış: Bir körle gülüp alay etme. Bir cüceyi aşağılama. Ağır felçli bir insanın duurmunu daha da zorlaştırma. Tanrı’nın yarattığı zeka engelli bir insanla alay etme.

Elde edilen bilgilerden eski Mısır’da görme engellilerin bayramlarda ve kültürel toplantılarda şarkıcı ve müzisyen olarak görev aldıkları nakledilir.

Yunanistan’nın antik mitolojide ateş ve dövme tanrısı Hephaistos’un doğuştan felçli olduğunu öğreniyoruz. Annesi Hera’nın onu diğer tanrılardan gizlediği söylenir.

Roma İmparatorluğunda ise, engellilere en temel yaşam hakkı toleransı bile gösterilmediğini öğreniyoruz.

Şöyle ki; Roma’da yeni doğan veya çocukluğunun ilk yaşlarında engelli olduğu anlaşılanların babaları tarafından öldürülmesine izin veriliyormuş.

Batı’da Orta çağlarda engelliler başlangıçta büyük zorluklarla karşılaşmış. Engelleri yüzünden içlerinde bir şeytan var diye topluma tanıtılmış ve çok zor zamanlar yaşamışlardır.

O dönemde doğan engelli bebekler öldürülerek şeytanın ortadan kaldırıldığına inanılmış.

Engelli insanlar toplumdan izole edilmiş, böyle insanların karakter problemleri olduğu topluma öğretilmeye çalışılmıştır.

Genelde zeka engelliler ‘deli’ olarak adlandırılmış. Ancak bunların bir kısmından özel durumları yüzünden korkulmuş, az da olsa kutsal varlıklar olarak kabul edilmişlerdir.

Peygamberler Tarihinde Engelliler:

Kuran’da isimleri geçen Peygamberlerden;

Hz Yakup (a.s) âma,

Hz Musa (a.s) keke,

Eyüp (a.s) da cilt kanseri rahatsızlığına müptela olmuştu.

Asr-ı Saadet’te Engelliler

Her toplumda olduğu gibi İslam toplumunda da özellikle Peygamberimiz döneminde de engelli sahabeler bulunmaktaydı.

Bu dönemdeki engelli sayısını tam olarak bilememekle birlikte, günümüzdeki oranları dikkate alırsak azımsanmayacak miktarda olduğu söylenebilir.

Rasulullah (s.av), engellileri dışlamadan, onlara değer vererek toplum içinde, sosyal hayatın içinde yer almalarını sağlamıştır.

Engelliler Hz. Peygamber’in yanında sadece merhametin ve yardımın nesnesi olarak görülmemişler, bilakis kabiliyetlerine göre bilgi, irfan ve güven timsali olarak telakki edilmişlerdir.

Allah Rasûlü (sav) hiçbir engelliyi “kör, sağır, dilsiz” gibi vasıflarla nitelememiştir.

Eşi Safiye’yi boyunun kısalığıyla niteleyen Hz. Aişe’yi (ra) “Öyle bir söz söyledin ki denize karışsa onu bozardı” (Tirmizi, Kıyame, 51) diyerek ikaz etmiştir.

Hatta âmâ bir sahabeyi ziyaret etmek istediğinde “Beni, şu iyi gören adama (basîr) götürün” demiştir. (Beyhaki, Sünen, X, 199.)

Allah Rasûlü’nün (sav) engelli bazı sahabelerle olan ilişkilerinden birkaçı şu şekildedir:

Zahir(r.a.)

Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) bazı bedenî kusurları olan fiziksel engelli ve çölde yaşayan Zâhir isminde bir sahabîsi vardı. Zâhir, bâdiyede (sahra) bulunan güzel meyve ve çiçeklerden getirip Resûlullah’a (s.a.s.) hediye ederdi. Resûlullah da şehrin güzel ve hoş şeylerinden ona hediye verirdi.

Bundan dolayı Resûl-i Ekrem Efendimiz onun hakkında şöyle demiştir: “Zâhir bizim bâdiyemiz, biz de onun şehriyiz.” (Tirmizî, Şemâil, 120, Beyrut, 1406.)

Bir defasında Zâhir, Medine pazarında çölden getirdiği bazı şeyleri satarken Peygamberimiz ona arkadan yaklaşır ve şaka yapmak maksadıyla gözlerini kapatarak şöyle der: “Bir kölem var, satıyorum. Onu benden kim alır?” Zâhir, “Ey Allah’ın elçisi, beş para etmez bir sakat köleyi kim satır alır?” deyince şaka bu andan itibaren biter. Peygamberimiz bütün ciddiyetiyle şöyle der:

“Ya Zâhir, and olsun ki sen Allah katında değersiz değilsin (tam aksine çok değerlisin) buyurmuşlardı. (İbn Hacer, İsabe, 423.)

Hz. Abdullah bin Ümmi Mektum(r.a.)

Allah Rasûlü’nün (sav) Ümmü Mektum’la (ra) yaşadığı şu hadise ve sonrasında onun hakkındaki tasarrufları konu açısından çok dikkat çekicidir: Allah Rasûlü (sav) bir gün Mekke’nin ileri gelen müşrikleriyle konuşuyordu. İslam hakkındaki sohbet iyice koyulaşmıştı. Tam o esnada âmâ sahabelerden biri olan Abdullah b. Ümmü Mektum, “Bana doğru yolu göster, ey Allah’ın Rasûlü!” diyerek çıkageldi. Onun zamansız gelişi ve söze dalışına canı sıkılan Hz. Peygamber, yüzünü çevirip konuştuğu şahsa döndü ve “Söylediklerimde herhangi bir sorun görüyor musun?” diye sordu. Adam, “Hayır” diye cevap verdi. İşte tam da bu esnada, Yüce Allah’ın şu ayetlerine muhatap oldu:

“(Peygamber), âmânın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve çevirdi! Sen nereden biliyorsun, belki o temizlenecek yahut öğüt alacak da bu öğüt ona fayda verecek! Kendini muhtaç görmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun! (İstemiyorsa) onun arınmamasından sana ne! Fakat koşarak ve (Allah’tan) korkarak sana gelenle ilgilenmiyorsun! Hayır, böyle yapma, şüphesiz bu ayetler bir öğüttür, dileyen ondan öğüt alır.” (Abese, 80/1–12) (Tirmizi, Tefsiru’l-Kur’an, 80).

Kutlu Nebi bu ilahî mesaja kulak vermiş, ondan payına düşeni fazlasıyla almış ve Ümmü Mektum’a sahabe içerisinde yüksek payeler vermiştir. Öncelikle onu Mus’ab b. Umeyr ile birlikte Medine’deki Müslümanlara Kur’ân öğretmekle görevlendirmiş, (Buhari, Tefsir, A’lâ, 1) ardından onu, Bilal-i Habeşi ile birlikte Mescid-i Nebevi’nin müezzinliğine tayin etmiştir. (Buhari, Ezan, 11; Müslim, Salat, 8) Bu vazifelerin yanında savaşlara giderken onu Medine’de yerine  tam 13 kez vekil bırakmış; Ümmü Mektum, geride kalanlara namaz kıldırmıştır. Hz. Peygamber’den sonra onun halifeleri de bu muhterem sahabeye çok önemli görevler vermişlerdir. Hatta o Kadisiye Savaşında İslam ordusunun sancaktarlığını yaparken şehit olmuştur.  (İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Gabe, IV, 264.)

Muaz bin Cebel (r.a)

Allah Rasûlü’nün (sav) önemli görevler verdiği engelli sahabelerden birisi de Muaz b. Cebel  (ra)’dir. Efendimiz, ayağı aksayan Muaz b. Cebel’i (ra) Yemen’e vali olarak göndermiştir. (Buhari, Cihad, 164.)

Amr bin Cemuh(r.a.)

Bunlardan en önemlisi ayağı aksak olan Amr b. Cemuh’dur (ra). O, bir gün Hz. Peygamber’e gelerek, “Ey Allah’ın Rasûlü! Eğer ben şehit oluncaya kadar Allah yolunda savaşırsam cennette bu topal ayağım düzelmiş bir şekilde yürüyebilecek miyim?” diye sorar. Hz. Peygamber, “Evet” der. Amr, Uhud Savaşı’nda şehit olur. Savaş meydanında Amr’ın cenazesiyle karşılaşan Hz. Peygamber, “Ben sanki seni cennette bu ayağın iyileşmiş bir vaziyette yürürken görüyor gibiyim” buyurur. (İbn Hanbel, V, 300.)

Itban bin Malik(r.a.)

Âmâ bir sahabe olan Itban b. Malik Allah Rasûlü’ne (sav) gelerek “Ey Allah’ın Rasûlü! Benim gözlerim iyi görmüyor. Evimle kabilem arasındaki nehir, yağmur yağdığında taşıyor ve geçmem zor oluyor. Evime gelir bir yerinde namaz kılarsan orayı mescit edineceğim’ der. Bunun üzerine Allah Rasûlü, onun evine gidip orada namaz kılacağına söz verir ve ertesi sabah güneş doğup yükseldikten sonra beraberinde Hz. Ebû Bekir ile Itban’ın evine gider.  Eve girdiğinde ‘Evinin neresinde namaz kılmamı istersin?’ buyurur. O da Allah Rasûlü’nün (sav) namaz kılmasını istediği yeri gösterir. Rasûlullah namaza durur, arkasındakiler de ona uyarak namaz kılarlar.” (Buhari, Teheccüd, 36; Müslim, Mesacid ve Mevziu’s-Salat, 263).

Hz. Abdullah bin Mesud(r.a.)

Engelli sahabilerden kısa boyu ve ince bacakları ile dikkatleri çeken Hz. Abdullah bin Mesud bünyesinin tüm çelimsizliğine rağmen Kureyş müşriklerinin bulunduğu Kâbe’ye gitmiş ve orada alenî olarak Kur’an okumuştur. Büyük işkence gören İbn-i Mes’ud, iyileşir iyileşmez tüm uyarılara rağmen yine aynı kahramanlığı göstermiştir. Abdullah bin Mesud (r.a.) nahif vücudu ve ince bacaklarıyla isminden çokça söz ettirmiştir. Muhteşem bir Kıraat alimi/ Ku’ran okuyucusu ve ilim deryasıydı.

Nesibe Hanım(r.a.)

Nesibe Hanım, Uhud muharebesinde cephe arkası hemşirelik hizmetleri yapan bir sahabiydi. Ama Peygamberimiz’in müşkül durumunu görünce kadın haliyle onu korumaya koşmuş ve müşriklerle çarpışırken birkaç yerinden yara almıştı. Medine’ye döndükten sonra aldığı ağır yaranın tedavisi bir yılda ancak kapanmış, Peygamberimiz de onu sık sık ziyaret etmiş, ona iltifatta ve özel dualarda bulunmuştur. Nesibe Hanım, Hz. Ebû Bekir zamanında ileri yaşına rağmen Yemame savaşına aktif olarak katılmış, bu kez on iki yerinden yara alarak bir kolunu kaybetmiştir. Ordu Medine’ye döndüğünde, Hz. Ebû Bekir bu kahraman hanımı ziyaret etmiş ve ona beytülmalden maaş ödenmiştir.

Abdurrahman bin Avf (r.a.)

Cennetle müjdelenen on kişiden biri olan Uhud’da aldığı yaradan dolayı sakat kalmıştı.

Herkes İmtihandadır

Dünya imtihan sahnesidir. Ancak sadece yoklukta olanlar, mahrum kalanlar imtihana katlanıyor sanılmamalıdır. Varlığın da sınavı vardır. Varlığın sınavı da yokluk kadar ağırdır.

Sağlık ve sıhhat büyük bir nimettir. Allah’tan af ve afiyet istemek de mü’min olmanın gereğidir. Ancak, bu dünya âhiretin tarlası olması itibariyle bir imtihan yeridir.

Hasta ve engelli olmak bir imtihan unsuru olduğu gibi, bir hasta ve engelliye bakmak zorunda olmak da imtihanın bir parçasıdır.

Sebeplere riayetin bir kulluk vazifesi olması itibariyle tedavisi mümkün olan her türlü hastalık için tedavi olmak gerekmektedir.

Ancak, tedavi imkânı olmayan hastalık ve özürler için, sabırlı davranmak, asla isyan etmemek ve gönülden Allah’a yönelmek en doğrusudur.

Bu şekilde davranan inançlı bir insan şu fâni dünyada yaşadığı mahrumiyete bedel ebedî saadeti adına büyük bir sermaye biriktirmiş olur.

Sonuç

Allah (c.c.) insanları aynı şekilde yaratmamıştır. İnsanların çoğu sağlıklı bir şekilde dünyaya gelirken, bazıları da “engelli” olarak doğmaktadır.

Bazı kimseler de sağlıklı bir şekilde doğmakla beraber, hayatının sonraki bir döneminde değişik sebeplerle, bu tür bir durumla karşılaşmaktadır. Engelli olabilmektedir.

İslam’a göre insan; zübde-i kâinat (kainatın özü) ve eşref-i mahlûkattır (yaratılmışların en şereflisi).

İslam medeniyetin temel manifestosu şudur:

Peygamber Efendimiz (s.a.v); “Allah sizin ne biçimlerinize ne de bedenlerinize bakar, fakat o sizin yüreklerinize bakar.” (Müslim, Birr, 45)

Bunun için İslam, insanın bedeninden çok yüreğinin önemsendiği bir gönül medeniyetidir.

Kaynak; Prof Dr Mehmet Görmez, eski Diyanet İşleri Başkanı, Dr. Muhammet Ali Asar, Hz. Peygamber ve Engelliler Diyanet Aylık Dergi, Ekim 2012

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz